Eski zamanlarda bir belde varmış. O beldede dindar mı dindar bir adam yaşarmış. Geçimini temin için de ormandan odun keser, satarmış. Bunun daha helal bir kazanç yolu olduğunu düşünürmüş adam. “Helal lokma yemek önemli, haram, kalbi karartır” dermiş soranlara, konuşması, halleri, davranışları hep birer örnekmiş günahkarlara.
Günlerden bir gün bir haber çalınmış kulağına. Bazı insanların ağaca taptıklarını işitmiş. O gece uyku uyuyamamış, zor etmiş sabahı. Gün ışırken baltasını da alıp düşmüş yola. “Allah varken tapılır mı ağaca? Bu ne cehalettir!” diyormuş nereye gittiğini soranlara. Ağaç uzaktan görünmüş. Bir tepenin başında heykel gibi dikilip duruyormuş, başına geleceklerden habersiz. Onu görünce daha bir gayretlenmiş adam. O sırada insan görünümünde bir şeytan çıkmış karşısına ve sormuş:
“Nereye gidiyorsun?”
“Şu ağacı kesmeye.”
“Niçin?”
“Cahiller ona tapıyor da ondan.”
“Kestirmem” demiş şeytan.
“Keserim” demiş adam.
Şeytan kolları sıvamış meydan okumuş adama:
“Kavgayı kazanan dilediğini yapar!” demiş.
Başlamışlar kavgaya, ama uzun sürmemiş kavga. Şeytan, adamın elinde kediye göre fare gibiymiş. Adam, beliden kavramış onu, vurmuş yere, göğsüne oturup, başlamış boğazını sıkmaya.
“Dur!” diye bağırmış öteki. Nefes alır almaz da:
“Sana bir teklifim var” demiş.
“Ne teklifi?”
“Sen bu ağacı kestikten sonra ne yapacaksın?”
“Götürüp satacağım.”
“Kaç para eder?”
“Bir altın eder herhalde.”
Şeytan, şeytancı gülümsemiş:
“Kesmekten vazgeç, ben sana her gün bir altın vereyim!”
Her gün bir altın! İçinden ‘al’ diyormuş bir ses, ‘alma’ diyormuş başka bir ses. Uzun uzun düşünmüş, nefsiyle tartışmış ve gönlü almaktan yana meyletmiş sonunda. Kendince uygun sebepler de bulmakta gecikmemiş: “Çalışmadan kazanırsam, ibadet için daha fazla zamanım olur. Sabah erkenden kalkma mecburiyetim olmayınca gece de ibadet edebilirim. Sonra, param çok olursa fakire fukaraya yardım ederim. Hem iyi bir at alır, başka beldelere gider, dinimi anlatırım…” Bu sebepler de iyice ikna etmiş onu:
“Peki” demiş.
Şeytan bir altını peşin olarak vermiş:
“Her gün bu saatte gel, altınını al” demiş. Böylece ayrılmışlar.
Gerçekten de her gün düzenli olarak geliyormuş altınlar. Bu durum aylarca devam etmiş. Adam da epey zengin olmuş. Olmuş olmasına da, kalbi huzursuzmuş. Artık eskisi kadar tad alamıyormuş ibadetinden. Yeni lezzetler tanımış, hareketleri ağırlaşmış, rahatlık ılıman bir hava gibi sarmış onu.
Yine altınını almaya gittiği bir gün, şeytan ona vermemiş altını.
“Söz verdin, yerine getir” demiş adam.
“Hayır” demiş şeytan, “altın yok artık.”
“Öyleyse ben de keserim ağacı.”
“Kesemezsin! Kesmek için önce beni yenmelisin!”
“Kaşındın sen!” demiş adam hiddetle.
Başlamışlar kavgaya. Fakat o da ne? Şeytan onu bir tüy gibi kaldırıp, kütük gibi de yere vurmasın mı! Hayretten donakalmış adam:
“Nasıl olur?” demiş, “Geçen sefer kolayca yenmiştim seni. Şimdi ne oldu da kolayca yenildim?”
Şeytan kahkahayla gülmüş:
“Cevabı daha da kolay” demiş. “Geçen sefer sadece Allah için yola çıkmıştın ve benimle de yalnız Allah için kavga ettin. Bu sebeple çok güçlüydün. Şimdiyse para için yola çıktın ve para için kavga ettin. Bu yüzden zayıfsın.” Kahkahalarla bir daha gülerek söylemiş son sözünü: “Benim altınlarım, senin gücünü tüketti!” demiş.
Kaynak: Emre Kevser, Zafer Derg., Şubat 1996, sayı: 230, s. 18.