Bir padişah, duvarları altın yaldızlarla bezenmiş bir köşk yaptırdı; ona yüzbinlerce dirhem altın sarf etti. O cennete benzeyen köşk tamamlanınca, iyice bir döşetti, dayattı da. Herkes, bir ülkeden geliyor, padışaha tabak tabak armağanlar sunuyordu. Padişah, filozoflarla nedimleri çağırttı, hepsini oturttu, dedi ki: “Bakın bakalım, bu köşkün güzelliğinde, yüceliğinde bir noksan var mı?” Herkes: “Yeryüzünde böyle bir köşkü ne kimse görmüştür ne de bundan sonra görür!” dedi. O sırada bir zahid yerinden kalkıp: “Devletlim!” dedi, “Bu köşkün her şeyi güzel, her şeyi hoş da yalnız bir delik var, o da çok büyük bir noksanlık. Eğer o kusur da olmasaydı, bu köşke cennet bahçesi bile gaybdan armağan yollardı doğrusu!” Bu sözlere kızan padişah: “Ben bile bu kadar titizliğimle böyle bir delik görmediğim halde, sen şu bilgisizliğinle nasıl görüyorsun?” diye çıkıştı. Zahid, mütevazı ama bilge bir üslupla: “Ey devletle başı yücelmiş padişahım ! Azrail’in gireceği delik tıkanmadı ki…” dedi ve ekledi: “Asıl o deliği, hem de adamakıllı tıkamak gerek. Yoksa ne köşk kalır, ne taç, ne de taht. Başka kusuru yok, tam yaşanacak yer, ama ne fayda ki baki değil, buna çare nedir bilmiyorum! Cennet gibi güzel, neşeli bir köşk… Fakat ölüm, nihayet gözüne çirkin gösterecek! Onun için bu kadar kurulma! Dizginini çek, bu kadar serkeşlik etme!”
Kaynak: Metin Karabaşoğlu, Sufi’nin Dünyası Sufi Öyküleri-I, Sufi Kitap, İstanbul Mart 2009, s. 51-52.