Dinlerin Kökeni Nedir?
İslam’a göre dinin kaynağı, Allah’ın seçip vahiy verdiği nebilere dayanır. Fakat din olgusunun kökeni ile ilgili bazı düşünürlerce çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bu teorilere göre dinler genel anlamda animizm, korku, totemizmve cehalet sonucu ortaya çıkmıştır.
Animizm: Edward Burnett Tylor’a (1832-1917) göre insanlar, uykudayken geçici olarak ayrılan, ölüm durumunda ise tamamen bedeni terk eden bir ruh fikrine ulaştı ve tabiattaki hayvan, bitki, eşya vb. varlıklara da ruh atfetti (animizm). Ölenlerin ruhlarının varlıklarını sürdürdükleri inancı, atalar kültünü (tapınmayı) meydana getirdi ve dinlerin kökenini oluşturdu.
Animizmin, dinin en önemli unsuru olan ahlakla ilgili bir şey içermediği için dinin ve Tanrı inancının kökeni olamaz. Yine Andrew Lang (1844-1912), Dinin Oluşumu (The Making of Religion) adlı kitabında yaptığı araştırmalar sonucunda Güneydoğu Avustralya’daki ve Andaman adalarındaki ilkel halklarda ne atalar kültüne ne de doğa kültlerine rastlanmadığını belirterek ahlâkî kurallara insanların uyup uymadığını denetleyen, gökte bulunan Tanrı fikrine her yerde rastlandığına dikkat çekmiştir (Schmidt, The Origin And Growth Of Religion, s. 172-184, 205-206; Ramazan Adıbelli, “Monoteizm ve Yüce Varlık Konusunda Wilhelm Schmidt ile Raffaele Pettazzoni Arasındaki Tartışma”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 50/2 (2009), s. 120; Tümer- Küçük, Dinler Tarihi, s. 30; Pettazoni‚ “Tanrının Sıfatları Üzerine,” çev. Fuat Aydın, Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 3 (2001): 54).
Korku: Herbert Spencer (1820-1903) ilkel kabile dinlerinin kaynağının korku sonucu ‘atalara tapınma’ olduğunu ileri sürmüştür. Max Müller (1823-1900) ise, Tanrı fikrinin kaynağını tabiat güçlerine dayandırdığı için korkuya dayandırmıştır. Müller bunun için de özellikle Hinduizm’in kutsal kitaplarından olan Vedalarda yer alan tanrı adlarının tabiat kuvvetleri ve varlıklarıyla ilgili olmasını görüşüne dayanak olarak kullanmıştır.
Oysaki Hindu tanrıları arasında tabiat güçleri ile ilişkilendiren tanrılar olmasına rağmen Hinduların en önemli tanrılarından olan Vişnu Şiva vb. tanrıların tabiat güçleri ile ilişkilendirilmediği, aksine insan, yarı hayvan yarı insan şeklinde tasavvur edildikleri bilinmektedir.
Doğaya karşı duyulan korku ile doğaüstüne yönelme, dinlerin uydurulduklarını göstermez. Çünkü ilahi dinlere inanan insanlar da çaresizlikleri sonucu Yaratıcıya yönelirler.
Totemizm: Sigmund Freud (1859-1939)Totem ve Tabu kitabında; klan üyelerinin, kendilerini onun soyundan geldiğini kabul ettikleri hayvan veya bitkiyi totem olarak kabul edip kutsallaştırdıklarını ve onunla ilgili yasaklamalar ortaya çıktığını ileri sürdü. Onlarla ilgili inanç ve uygulamaların da dini düşünceyi doğurduğunu savundu.
Totem inancının dine kaynak olabileceği ihtimalinin olmadığı da ortaya çıkmıştır. Totem hayvanı veya bitkisinin dokunulmaz hale getirilmesinin daha çok ekonomik nedenlere dayalı olduğunun anlaşılması, dinin kaynağının totemizm olduğu tezini çürütmektedir.
Cehalet: İnsanların bilgisizliklerinden dolayı doğa üstü şeylere inandıkları iddia edilmiştir. Oysaki Allah’ın yarattıklarına dair bilgilerimiz arttıkça nice bilim insanı bu nedenle bilimi sevmiş, ona hayranlığı artmıştır.
Avusturyalı bir Katolik rahip olan etnolog Wilhelm Schmidt (1868-1954), ilkel kabileler olarak nitelendirilen topluluklar arasında yapmış olduğu araştırmalardan hareketle bu toplulukların dinlerinin merkezinde bir tek tanrı inancı olduğunu tespit etti. Ona göre çok tanrıcılığa dayalı inançlar daha sonra ortaya çıkmış inançlardır. İşte dinler, bu tek tanrı inancı etrafında oluşmuştur (Prof.Dr. İsmail Taşpınar, ‘Dinler Tarihine Göre Dinin Tarifi, Tasnifi, Kaynağı ve İslam’ı Diğer Dinlerden Ayıran Özellikler,’’ Bütün Boyutlarıyla Din, s. 122-123).
Dolayısıyla din olgusu, bazı düşünürlerin iddia ettiği gibi çeşitli gerekçelerle uydurulmuş değildir. Düşünürlerin ileri sürdükleri ‘kanıtlar’ değişik şekillerde yorumlanabilmekte, kesinlikten uzak kalmaktadırlar. Bu teoriler gerçeği yansıtmaktan çok, sahiplerinin önyargılarını ortaya koymaktadırlar (Doç.Dr. Alper Bilgili, Bilim Ne Değildir?, İstanbul Haziran 2017, s. 92-93).
Gerçi bazı dinler mesela Budizm, Hinduizm’deki kast sistemine karşı insanlar tarafından oluşturulmuş, Caynizm vb. diğer dinler bazı mitler (halk hikayeleri) üzerine kurulmuş ve sonradan meydana getirilmiştir. Oysaki İslam, insanlar tarafından veya yukarıda sayılan düşünürlerin iddia ettikleri teoriler sonucu oluşmamıştır. İslam, Yüce Allah’ın gönderdiği ilahi dindir!
İlk dönem sosyolog ve antroyogları, yoğun pozitivist eğilimlerinin etkisiyle inceledikleri toplumlarda görmek istediklerini ‘görmüş,’ antropolojinin farklı yorumlara olanak tanımasından da faydalanarak dinlerin ortaya çıkışı ile ilgili teorilerine ‘kanıtlar’ sunmuşlar, daha doğruşu yaratmışlardır. İlginç olan, bazen dinlerin ortaya çıkışlarıyla ilgili bu iddialarda bulunan antropolog ve tarihçilerin aynı zamanda o döneme ait bilgimizin çok kısıtlı olduğunu kabul etmeleridir.
Peki elimizde neredeyse hiç kanıt yokken ve kanıt saydığımız şeyler de binlerce değişik şekilde yorumlanabilecekken nasıl oluyor da insaların dinleri nasıl yarattıkları konusunda bu kadar kesin açıklamalar yapabiliyoruz? Sorunun cevabını Harari vermektedir. Bu teoriler, gerçeği yansıtmaktan ziyade sahiplerinin önyargılarını yansıtmaktadır. Kuşkusuz bu gözlem, Edward Evans-Pritchard’ın ilk dönem antropologlarının ve sosyologlarının özelde Hıristiyanlığa genelde de İbrahimi monoteist dinlere karşıönyargılarının teorilerine taşıdıkları yönündeki iddiasını destekler niteliktedir (Alper Bilgili, Bilim Ne Değildir? 2. bsk., Doğu Kitabevi, İstanbul Haziran 2017, s. 92-93).