Sabri Tandoğan
Ondokuz yıl önceydi. Stokholm’e gitmiştim. Bir otele indim. Geceydi. Sabahleyin, tıraş olmak için lavaboya gittiğimde, aynanın yanında ilginç bir yazı gördüm. ‘Lütfen’ diyordu, ‘Tıraştan sonra jiletinizi çöpe atmayın. Yanda bir kutu var, oraya bırakın. Bir tek jiletle bile olsa, İsveç çelik sanayiine yardımcı olun.’ Doğrusu hayretler içinde kaldım. Çocukluğumdan buyana çelik eşya denince akla İsveç çeliği gelir. Birçok eşya üzerinde ‘İsveç çeliğinden yapılmıştır’ diye yazardı. İşte o ülke, kullanılmış bir tek ufacık jiletin bile çöpe gitmesini istemiyor, ona sahip çıkıyor, gelen turistlere rica yollu uyarıda bulunuyordu.
İsviçre’de zaman zaman, belli dönemlerde, radyolar, televizyonlar, basın bir haberi duyurur:
“Şu tarihte, şu saatte, adamlarımız gelecek. Siz lütfen hazırlığınızı yapın. Okumadığınız, ilgilenmediğiniz, kullanmadığınız ne kadar kitap, dergi, gazete varsa, ambalaj, kutu, kağıt varsa, ki bu bir ilaç tarifi de olabilir, kapının önüne koyun. İsviçre’nin kalkınmasına yardımcı olun. Gereksiz yere ağaç kaybetmemize engel olun.”
Yirmi yıl önce Almanya’da, Berlin’deyim. Akşam yemekten sonra kenti geziyorum. Bir mağazanın önünde durdum. Berlin’in en büyük, en zengin, en görkemli iş yeriymiş. Nefis bir vitrin. Satılacak eşyalar vitrine, büyük bir dikkatle, ince bir özenle yerleştirilmiş. Vitrin, bir tablo görünümündeydi. Zevkle bakıyorum. Birden ışıklar söndü. O güzelim vitrin kapkara oldu. “İşte” dedim. “Bizde olduğu gibi burada da beklenmeyen zamanlarda elektrik kesiliyor.”
O an oradaki bir işçi kardeşimiz, büyük bir incelikle beni uyardı. “Efendim” dedi. “Bu bir elektrik kesintisi değil, belirli bir programın uygulanmasıdır. Vitrin ışıkları her akşam saat dokuzbuçukta kendiliğinden kesilirler. Saat ona dek herkes evine gider. Saat onda sokaktaki yaşam biter, sabah altıda yeniden başlar. Vitrin ışıklarının gereksiz yere açık tutulması, Alman ekonomisine karşı yapılmış bir suç, bir baltalama gibi algılanır.”
Eksik olmasın, işçi kardeşimin bu sözlerini hiç unutmadım. Yirmi yıldır düşünürüm. Bir borçlu ülkenin insanı olarak, bazen uykularım kaçar, üzüntülere dalarım. Bir yandan iç borçlar, bir yandan dış borçlar, her gün katlanmaları, çığ gibi büyümeleri bana sıkıntıdan soğuk terler döktürür. Bir yandan sınırsız savurganlık, gösteriş merakı, öte yandan dağ gibi büyüyen borçlar, kapımıza dayanan alacaklılar…
Çocukken anlatırlardı büyüklerimiz. ‘Borçlu insanın boynu eğri olur’ derlerdi. Örnekler verirlerdi. Aç kalan ama kimseye belli etmeyen, efendiliğine zarar vermeyen insanlardan söz ederlerdi. Şimdi bırakın gereksinimlerini, keyif için, yolculuk için bile yüksek faizle borç alan kişiler var.
Beş yaşındaydım. Babaannem pirinç ayıklıyordu. Bir tane yere düştü. Babaannem eğildi, aramaya başladı. Sağa bakıyor, sola bakıyor, bulmaya çalışıyor. Çocukluk işte, “Aman babaanne” dedim. “Bir pirinç tanesi için bu kadar çaba harcamaya, yorulmaya değer mi?” Rahmetli ilk kez sertleşti bana karşı, öfkeyle doğruldu.
“Sen oturduğun yerden ahkam kesiyorsun” dedi. “Hiç pirinç üretilirken gördün mü? İnsanlar ne denli zorluk çekiyorlar. Bir pirinç tanesinde kaç insanın göz nuru, alın teri, emeği, çilesi var biliyor musun?” Utancımdan kıpkırmızı olmuştum.
Aradan yıllar geçti. Hukuk fakültesinde öğrenciyim. Alain’in proposlarını okuyorum. Birden irkildim. Babaannemi aınmsadım. Alain, “Bir insan yerde bir iğne görüp de eğilip almazsa, tüm uygarlığa karşı ihanet etmiş olur” diyordu. Ve ekliyordu:
“Bir iğnenin üretiminde binlerce insanın alın teri, göz nuru, el emeği vardır” diyordu.
Bir zamanlar Japon ekonomisi darboğazdan geçiyordu. Zamanın başbakanı meclisi topladı. Durumu olanca açıklığı ve tehlikeleri ile anlattı ve “Şu andan sonra” dedi. “Japonlar’ın iç ve dış borçları son kuruşuna dek ödenmeden, pirinçten başka bir şey yemeyeceğim. Şu üstümdeki elbiseden başka elbise giymeyeceğim.”
Başbakan verdiği sözlerin tümünü tuttu. Toplumun tüm kesimlerini kapsayan ‘Savurganlığa son verelim!’ kampanyası açıldı. Japonya tüm borçlarını ödedi.
Yaşam, çok ince ipliklerle örülmüştür. Her şey o denli birbirine bağlıdır ki, ilkokul okuma kitabımızdaki bir sözü hiç unutmadım. ‘Bir mıh bir nal kaybettirir. Bir nal, bir atı, bir at bir orduya savaşı kaybettirir’ diyordu.
Maddi durumumuz ne olursa olsun, ister zengin olalım, ister yoksul, hepimiz çok dikkatli olmak zorundayız.
Kaynak: Bütün Dünya Derg., Şubat 2005, s. 139-140.