“Dünya Kiliseler Konseyi Doğu Afrika Genel Sekreterliğine atanmış bir rahibin, yeryüzündeki tek gerçek dini bulma yolundaki ilginç arayış öyküsü”
61 yıl kadar önce, Tanzanya’da, Uganda sınırına yakın bir yerleşim yerinde doğdum. İsmimi Martin John koyan ailem tarafından, iki yaşındayken vaftiz edildim. Yedi yaşına geldiğimde, benim diğer çocuklardan farklı olduğumu düşünen ailem için âdeta bir gurur kaynağıydım. Kilisede ayinler esnasında rahip yardımcılığını mükemmel bir şekilde yürüttüğümü gören babam, bundan etkilenerek, geleceğim hakkında kendince plânlar yapıyordu. Daha sonraları yatılı okulda okurken bana bir mektup yazarak, rahip olmamı istediğini belirtti. Hemen her mektubunda bu isteğini dile getiriyordu. Halbuki ben polis olmak istiyordum.
Afrika’daki yaygın gelenek, çocukların belli bir yaştan sonra ailelerinden bağımsız olarak istediklerini yapabildikleri Avrupa’daki anlayıştan tamamen farklıydı ve anne babanın isteklerine öncelik verilirdi. Babam da, ölmeden önce benim bir rahip olduğumu görmek istiyordu. Ben de kendi isteğimden vazgeçerek, 1964’te kilise yönetimi üzerine eğitim görmek amacıyla İngiltere ve Almanya’da bulundum. Eğitimimi tamamladıktan bir yıl sonra, aktif göreve başladım. Bu arada mastır ve doktora çalışmalarıma devam ettim. Bu dönem hiçbir şeyi sorgulamaksızın, sadece yapılması gerektiğini düşündüğüm şeyleri yerine getirdiğim yıllardı. Bilgim arttıkça değişmeye başladığımı hissettim ve doktora çalışmam sırasında kendi kendime sorular sormaya başladım. “Hristiyanlık, İslâm, Musevilik ve Budizm gibi dinlerin her biri gerçek din olduğunu iddia ediyor. Peki gerçek hangisi? Ben gerçeği bulmak istiyorum.” Bu tür düşüncelerle başlayan araştırmalarım neticesinde mevcut dinleri bir elemeye tâbi tutarak sonunda dört büyük din olduğu kanaatine vardım. Bu arada İslâm’ın kutsal kitabı olan Kur’an’ı satın alıp incelemeye karar verdim. Kur’an’ı okuyup anlamaya çalışırken rastladığım, “De ki, O Allah birdir Herşey her hâlinde o Allah’a muhtaçtır; O hiçbir şeye muhtaç değildir. O doğmamış, doğurulmamıştır. Hiçbir şey O’na denk olmamıştır. (İhlas Suresi) ifadeleri son derece dikkatimi çekmişti. Belki o zamanlar farkında değildim ama, bugün, o sureyi okuduğum sırada, yüreğime ilk İslâm tohumlarının ekilmiş olduğuna inanıyorum. Daha sonraki araştırmalarım neticesinde Kur’an’ın vahy edildikten sonra insanlar tarafından tahrif edilmemiş tek mukaddes kitap olduğunu keşfettim. Doktora tezimin sonuç kısmında bunu ifade ettim. Doktora derecemi verip vermeyecekleri konusunda tereddütlerim vardı. Ancak bunu önemsemiyordum. Çünkü bu noktada sadece gerçeği arayan biriydim ve gerçek de buydu. Bir gün birlikte çalıştığım ve değer verdiğim bir profesörün gözlerinin içine bakarak: “Dünyadaki tüm dinler içinde hangisi en gerçek?” sorusunu yönelttim. “İslâm” diye cevapladı. “O halde niçin Müslüman değilsin?” diye tekrar sorduğumda ise: “Bir kere Araplardan hiç hoşlanmam. İkincisi sahip olduğum lüks hayat şartlarını görmüyor musun? İslâm için tüm bunlardan vazgeçeceğimi mi düşünüyorsun?” yanıtını aldım. Profesörün verdiği cevabı ve içinde bulunduğum durumu düşündüm. Ben de bulunduğum mevki itibarıyla sahip olduğum imkânlardan vazgeçebilecek bir konumda değildim ve bu düşünceyle bir yıl kadar İslâm’ı zihnimden uzak tutmaya çalıştım. Ancak rüyalarımda, özellikle de Cuma geceleri, sık sık Kur’an âyetleri ve beyazlar giymiş insanların çağrılarını duyuyordum. Nihayet 22 Aralık 1986’da, Noel’den tam iki gün önce İslâm dinini resmen kabul ettiğimi açıkladım. Hristiyanlığı bırakarak İslâm’ı seçtiğimi ilân ettiğimde, kilise cemaati büyük bir şok yaşadı. Kilise yönetiminde yer alanlar benim delirmiş olduğumu düşündüler. Hatta bu ‘deli’ adamın alınıp götürülmesi için polis bile çağırdılar. Ve Müslüman bir arkadaşım gelip kefaretimi ödeyene kadar, bütün geceyi orada geçirdim. Bundan sonra hayatımda bir dizi değişiklikler meydana geldi. Öncelikle kilise, bana tahsis edilen ev ve arabayı geri aldı. Din değiştirdiğimi öğrenen eşime Müslüman olması konusunda bir baskı yapmayacağımı söylememe rağmen söylediklerimi dinlemedi bile, çocukları da alarak beni terk etti. Annem ve babam da kendilerini ziyaret etmezden önce her şeyi duymuşlardı. Görüştüğümüzde babam hemen İslâm’ı reddettiğimi ifade eden bir açıklama yapmamı, annem de benden kesinlikle saçma sapan şeyler duymak istemediğini söyledi.
Yapayalnız kalmıştım. Bana karşı böyle bir tavır almış olsalar da onları affediyorum. Çünkü bilinçli hareket etmemişlerdi. Onların İncil’i bizzat okuyamadıklarını, tüm dinî bilgilerinin rahibin okuyup anlattıklarıyla sınırlı olduğunu biliyordum. Bir gece aileme misafir olduktan sonra atalarımın geldiği topraklar olan Kyela bölgesine doğru yola çıktım. Yolculuğum sırasında ileride eşim olacak Rahibe Gertrude ile karşılaştım. Busale adında bir köyde konakladım. Yaşlı bir adamın yardımıyla geceyi geçirebileceğim bir yer temin ettim. Sabah olduğunda okuduğum ezan köylüleri oldukça şaşırttı ve benim gibi ‘deli’ bir adamı ne diye misafir ettiği konusunda ev sahibime sorular sormaya başladılar. Rahibe Gertrude, benim deli olmadığımı söyledi ve İslâm dinine mensup biri olduğumu açıkladı. Bir başka zaman da hastalandığımda, hastane masraflarını ödeme konusunda onun çok yardımını gördüm. Daha sonraki günlerde kendisiyle ilginç diyaloglarımız oldu. Mesela bir keresinde niçin haç taktığını sordum. “Haça gerilen İsa’nın anısına hürmeten” cevabını verdi. “O zaman birisi babanı silahla öldürse sen de göğsünde bir silah taşıyarak mı dolaşacaksın?” diye sordum. Böyle bir soru rahibe Gertrude’u düşünmeye sevk etmişti. Belli ki beni tanıdıktan sonra kafası epey karışmıştı. Birbirimizi daha iyi tanıdığımıza kanaat getirdikten sonra ona evlenme teklif ettim. Müslüman olmayı da kabul eden eşim, Zeynep adını aldı ve gizlice evlendik. Dört hafta kadar sonra eşim kilise yöneticilerine bir mektup yazarak durumundan haberdar etti ve ayrılma kararını bildirdi. Bana ev tahsis eden eşimin amcası ve babası evlendiğimizi duyduklarında müthiş bir tepki gösterdiler. Her şeye rağmen nezaketimizi muhafaza ederek kendilerine veda ettik ve Kyela’ya gitmek üzere köyden ayrıldık. Burada yeni bir hayata başladık. Daha önce sahip olduğumuz lüks imkânlar artık geçmişte kalmıştı. Rahip iken büyük bir evde oturmaktaydım. Şimdi ise çamurdan yapılmış sade bir kulübede yaşamaktayım. Dünya Kiliseler Konseyi Doğu Afrika Genel Sekreteri olarak iyi bir kazanca sahipken, şimdi ağaç kesimi ve çift sürme gibi işlerde çalışarak geçimimi temin ediyorum. Bunların dışındaki zamanlarımda halka açık İslâmî bilinçlenme vaazları veriyorum. Zaman zaman anlattıklarım Hristiyanlık dinine hakaret olarak algılandığı için kısa süreli hapis cezalarına çarptırıldım. 1988 Hac mevsiminde bir trajedi yaşadık. Evim bombalandı ve üç çocuğum bu şekilde öldürüldü. Bu suikastı düzenleyenler arasında uzaktan akrabam olan biri bile vardı. Böyle bir üzüntü ve kaybın bizi yolumuzdan döndüreceğini düşünmüşlerdi. Ama düşünülenin tam tersi oldu ve her geçen gün İslâm’ı kabul edenlerin sayısı arttı. Bu arada eşimin babası da Müslüman oldu. 1992’de ihanetle suçlanarak on ay tutuklu kaldım. Domuz eti satılan dükkanlar aleyhine yaptığım konuşma sonrası birkaç dükkân bombalandığı için suçlu görülmüştüm. Evet bu tür dükkânlar aleyhine konuşmuştum. Ancak zaten 1913’ten beri anayasal olarak Darüsselam, Tanga, Mafya, Lindi ve Kigoma gibi şehirlerde bar, klüp ve domuz eti satan dükkânlara karşıt kanunlar yürürlükteydi. Sonuçta aklandım ve serbest bırakıldıktan sonra ülkemden ayrılarak Zambiya’ya geçtim. Tüm Müslümanlara mesajım şu: “Bugün İslâm’ın yanlış anlaşılmasından kaynaklanan ciddi bir İslâm karşıtlığı problemi mevcut. Tüm dünyaya İslâm’ı doğru anlatma gayreti içinde olmalıyız. Müslümanlar, barbar kökten dinciler olarak tanınmamalı. Hepimiz bencilliği bir kenara bırakarak birlikte hareket etmenin yollarını aramalıyız. Kendinizi güvende hissedebilmeniz için komşunuzu da müdafaa etmeyi bilmelisiniz. İslâm’a en iyi hizmet bilinçlenmek ve iyi örnek olmaktır. Allah doğruların yardımcısıdır.”
Kaynak: Ayten Yadigâr, Zafer Derg., Aralık 2004, sayı: 336.