Kuran’ı Anlama Notları
Aşağıdaki notlar, Kur’an’ı daha iyi anlayabilmemiz için yardımcı olabilirler. Notlar, her ayet için değil, sadece açıklanabilecek ayetlerle ilgilidir. Sureler, daha kolay bulunabilmesi için alfabetik sıraya göre sıralanmıştır. Yeni bilgilere ulaştıkça buraya inşaallah eklenilecektir.
—————————————————————————
A’la:
.
.
Abese:
.
.
Adiyat:
.
.
Ahkaf:
5. “Allah dururken Kıyamet Günü’ne kadar (duaya) karşılık veremeyecek kimselere, dahası kendisine dua edildiğinin dahi farkında olmayan kimselere yalvarıp yakarandan daha şaşkın ve sapkın biri olabilir mi?”
Ayetteki men مَنْ zamiri meallerin çoğunda “şeylere, putlara, nesnelere” diye çevrilir. Oysaki men, akıllı, sorumlu, ruh sahibi varlıklar için kullanılır (Prof. Dr. Mehmet Okuyan; Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır).
.
Ahzab:
32. “Sözü edalı/çekici bir şekilde söylemeyin, normal/doğal bir şekilde söyleyin” (Ahzab [33] 32) ayetinde ifade edilen özellik sesin tamamen yasaklanması değil, herkesçe kabul gören bir ölçüye göre kullanılmasıdır. Eğer erkeklerle konuşmak tamamıyla yasak olsaydı, bir düzenlemeye de zaten gerek kalmazdı. Sesin kullanılması ile ilgili bu husus, tağlib kuralı gereğince, erkekler için de geçerlidir. Dolayısıyla Kur’an’a göre kadının sesi haram değildir. Kur’an’ın sesi kullanma ile ilgili verdiği öğüdün amacı, kadınları sadece özellikle art niyetli erkeklere karşı korumakla ilgilidir.
40. “Muhammed içinizden herhangi bir erkeğin babası değildir, ama Allah’ın Elçisi ve Nebilerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilir.”
“Muhammed hiçbirinizin babası değildir” derken kasıt kendi çocukları değil, Zeyd’dir (Ahzab [33] 37).
53. “..Onlardan bir şey istediğiniz zaman, perde arkasından/kapı dışından isteyin…”
.
Alak:
4. “O, insana kalemi kullanmayı öğretendir.” Allah, Kalem [68] 1’de öneminden dolayı yemin ediyor.
.
Al-i İmran:
75. “Ehl-i Kitap içinde öyleleri var ki bir hazineyi emanet etsen aldığı gibi geri verir. Öyleleri de var ki bir Dinar‘ı emanet etsen, tepesine dikilmeden vermez….”
Kur’an’ın bahsettiği Dinar, görseldeki para olsa gerek. Bu para, Heraklius döneminde 610-641 yılları arasında kullanılmıştır (Kaynak: https://www.coinarchives.com/169038c1277b09dc690ec6ddbbf2b409/img/leu_winterthur/e10/image01805.jpg). Abdülmelik ibn Mervan zamanında 696–697 arasında basılmış olan Dinar ise, Rasulullah’tan sonra basıldığı için söz konusu olamaz.
95. “Millete İbrahim.” Millet kelimesi için bkz.: “Onların milletine uymadıkça.” (Bakara [2] 120).
103. “Hep birlikte Allah’ın ipine sarılın ve ayrılığa düşmeyin.” Bu ipin ne olduğunu Zuhruf [43] 43 açıklar: “Sen sana vahyedilene (Kur’an’a) sımsıkı sarıl.”
183. “O sözü söyleyen (Yahudiler) şöyle dediler: “Allah bize, ateşin yiyeceği bir kurban getirmedikçe bir elçiye inanmama görevi yükledi.” Onlara de ki “Benden önce birçok elçi hem açık belgelerle hem de bu dediğinizle gelmişti. İddianızda haklı iseniz söyleyin: Onları niye öldürdünüz?”
Medine’de yaşayan İsrail oğullarından hakikatleri gizleyen bazıları, bekledikleri elçinin yani Rasulullah’ın geldiğini anlayınca, onu inkâr etmek için çeşitli bahaneler uydurmaya kalkıştılar. İnsanlar tarafından kurban olarak sunulan hayvanların sunaktaki etlerini gökten gelen bir ateşin küle çevirmesi olayı Tevrat’ta birçok nebi özelinde anlatılan bir mucizedir. Bu mucizeyi gösterenler içerisinde Musa Nebi da vardır. Tevrat’ta bu konu şöyle geçmektedir:
“Harun günah, yakmalık, esenlik sunularını sunduktan sonra ellerini halka doğru uzatarak onları kutsadı ve aşağıya indi. Musa ile Harun Buluşma Çadırı’na girdiler. Dışarı çıkınca halkı kutsadılar. O zaman RABB’in yüceliği halka göründü. RAB bir ateş gönderdi. Ateş sunağın üzerindeki yakmalık sunuyu, yağları yakıp küle çevirdi. Bunu gören halkın tümü sevinçle haykırarak yüzüstü yere kapandı.” (Levililer 9:22-24). Al-i İmran suresi 183. ayette de Medine’de yaşayan bazı Yahudilerin aynı mucizeyi Rasulullah’dan istediklerini, ancak Yüce Allah’ın geçmişte aynı mucizeyi gerçekleştiren nebilere gösterdikleri tavrı onlara hatırlattığını görüyoruz (fetva.net).
.
Ankebut:
41. “Allah’tan önce velilere sarılanların durumu örümceğin durumuna benzer. Örümcek bir yuva edinir ama yuvaların en gevşeği örümcek yuvasıdır. Keşke bunu bilselerdi.”
Örümcek ağının çok zayıf olduğu anlatılır. Oysaki örümcek ağı çok güçlüdür, çelikten bile güçlüdür. Dünyanın en sağlam maddesidir. Oysaki burada ifade edilen husus, örümceğin aile hayatıyla olduğudur. Yani burada güvensiz, kaotik bir ortamın olduğudur. En güvendiği varlık eşi tarafından öldürüldüğüdür.
48. “Sen daha önce bir kitaptan okuyup sağ elinle de yazarak kopya çekmiş değilsin.” Buradaki kitabın hangisi olduğunu, Şûra [42] 52’ açıklar.
.
Araf:
40. “Ayetlerimiz karşısında yalan yanlış şeylere sarılan ve büyüklük taslayanlar var ya; işte onlara göklerin kapıları açılmayacak, deve/halat الْجَمَلُ iğne deliğinden geçinceye kadar da Cennet’e giremeyeceklerdir. Suçluları işte böyle cezalandırırız.”
Ayetteki Cemel, cümmel diye okununca gemilerin kalın halatları olur. İmkansızlığı ifade eder. Ayrıca bkz. İncil, Markos, 10:25; Luka 18:25; Matta 19, 16:30 (Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır; Keşşaf Tefsiri).
161. Ayet genelde, “şehre kapıdan secde ederek girin” şeklinde çevrilir. Oysaki esas anlamı, teslim olarak girin, orası sizin öz ülkeniz değil, oranın kuralına uyacaksınız şeklinde olmalıdır.
172. “Hani Rabbin, Adem oğullarından, bellerinden zürriyetlerini alıp onları kendilerine şahit tutarak sormuştu: “Rabbiniz değil miyim?” Onlar: “Evet Rabbimizsin, buna tanıklık ederiz.” demişlerdi. Kıyamet günü, “biz bundan habersizdik” demeyesiniz.”
Müfessirler bu Araf [7] 172’nin ruhu ile hiç ilgisi olmayan bir yığın açıklamalar yapmışlar. Onlara göre bu ayet, insanlar dünyaya gelmeden önce ruhlar âleminde Allah’ın kendilerinin Rabbi olduğuna şahitlik ettiklerini belirtiyormuş. Allah, bedenlerden önce ruhları yaratmış. Ruhlar da, bedenlere girmeden kendilerine özgü bir âlemde bulunuyormuş. Bu ayet ruhlar âlemindeki bu tanıklık durumunu anlatıyormuş. Oysaki müfessirler, kendi kafalarındaki düşünceleri anlatmışlar. Zira ayette ruhlar âlemine işaret yoktur. Ayetten bu soru ve cevaplamanın ruhlar âleminde değil, insan yavrusu anne karnında iken olduğu anlaşılmaktadır. Bezm-i elest bir anda olmuş bitmiş değil, tam tersine, bir süreç olarak devam etmektedir. Her annenin karnında yaratılan çocuğun ruhuna bu soru sorulmaktadır. İnsan bir bütündür, ruh ve beden birlikte yaratılır. Yüce Allah’ın anne karnında yaratılan çocuğun ruhuna bu soruyu sormasının bir başka anlamı da, onun ruhunu Allah’a inanacak, O’nu bulacak şekilde programlamış olmasıdır. İnsan oğlunun kıyamet günü, tevhid inancından haberi olmadığını söyleme ihtimali vardır. Allah insanı kendi öz benliğine şahit tutarak onu, Allah’ın varlığına ve birliğine tanıklık ettirerek, bu mazereti ortadan kaldırmaktadır (Prof. Dr. Süleyman Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, III, İstanbul Temmuz 1989, s. 412-414; Prof. Dr. Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, VII, İstanbul 2003, s. 377-380).
179. “Cinlerin ve insanların çoğunu cehennem için yarattık…”
Araf [7] 179’un çevirisi genelde yukarıdaki gibi başlatılmaktadır. Bu açıdan bakıldığında insan ve cinlerin çoğunun mecburen cehenneme atılacakları şeklinde bir algı oluşmaktadır. Dolayısıyla onlara peygamber yollamanın, imana davet etmenin ve ahirette de sorguya çekmenin bir anlamı kalmamaktadır. Fakat ayetin Arapçasında da görüldüğü gibi cümle bitmediği halde, bitmiş gibi çevrilip anlam bütünlüğünden koparılmaktadır. Bunun sebebi, oradaki durak işaretidir. Ayetin devamında da zaten bunların kimler olduğu söylenmektedir. Yani burada önce sonuç, sonra sebep anlatılmaktadır. Bu haliyle çeviri şöyle daha anlamlı hale gelmektedir (Prof. Dr. Mehmet Okuyan):
“Doğrusu biz, görünen görünmeyen iradeli varlıklar içinden akleden kalpleri olup da kavramayan, gözleri olup da görmeyen, kulakları olup da işitmeyen birçoklarını cehennem için ortaya çıkarmışızdır. Hayvan gibidir onlar, belki daha da şaşkın! Onlar gaflete gömülmüş olan zavallılardır.” (Mustafa İslamoğlu meali).
190. “Allah onlara kusursuz bir çocuk verince, kendilerine verdiği evlat konusunda Allah’a ortaklar koştular. Allah onların ortak koştuğu şeylerden uzaktır.”
Buradan maksat Âdem ve eşi değil, ademoğludur. Çocuk isteyen her çift. Mabud olarak değil, sevgide eş koşmak (Prof. Dr. Mehmet Okuyan).
.
.
Asr:
.
.
Bakara:
24. “Bunu yapamazsanız -ki asla yapamayacaksınız- o taktirde inkarcılar için hazırlanan ve yakıtı insanlar ile taşlar olan ateşten sakının.”
Kur’an o dönemde putlara, taş diye hitap ediyor. İnsanlardan maksat da tüm insanlar değil, o putları Allah ile kendi aralarında vasıta kılanlar, ona bir değer yükleyerek şefaatçi kılanlar (Prof. Dr. Hasan Elik).
58. Bu ayet genelde “secde ederek سُجَّدًا girin,” “secde edip kapıdan girin” (Ayrıca Araf [7] 161) diye çevrilir. Oysaki secde kelimesi alnı yere koymak dışında (Necm [53] 62) boyun eğmek anlamına da gelmektedir (Rad [13] 15).
65. Kur’an’da kimi olumsuz davranışlar çeşitli hayvanların bazı davranışlarına benzetilmiştir. Bu benzetmelerle maksat hayvanları aşağılamak değildir. Çünkü hayvanlar, fıtratları gereği öyle davranırlar. Bu benzetmelerden birisi olan maymun olmak (Bkz. Bakara [2] 65; Maide [5] 610; Araf [7] 166), müfessirlerin çoğu tarafından gerçek manada maymunlaşmak (mesh) olarak algılanmıştır. Oysaki burada sözü edilen maymunlaşma, yanlış yapan kişilerin, insan olarak kaldıkları halde, sadece kişiliklerinin değişimini simgelemektedir. Çünkü Bakara [2] 65’teki hasiîn خاسئن (aşağılık) kelimesi ancak akıllı varlıklar için kullanılır, hayvanlar için kullanılmaz [cemi müzekker salim]. Hasiîn, kiradeten (maymunlar) kelimesinin sıfatı olarak gelseydi, yani o insanlar gerçekten maymuna dönüşmüş olsalardı, hasieh خاسئة olması gerekirdi. Ayrıca bu ayetteki ‘aşağılık’ kelimesi maymunu değil, şahsiyet olarak maymunlaşan insanları nitelemektedir. Bakara [2] 66’da bu olayın hem o gün yaşayanlara hem de daha sonra gelecek olanları bir ders ve ögüt yapıldığı hatırlatılır. Gerçek manada bir maymunlaşma söz konusu olsaydı, o zaman günümüzde de kötülük yapanların maymunlaştığının görülmesi gerekirdi. Maymunlaşma hakiki değil, mecazi anlamda bugün de hala devam etmektedir. Ayrıca o insanlar gerçek olarak maymuna dönüştürülmüş olsalardı tövbe etme imkânından mahrum kalacaklardı (Nisa [4] 17-18). Dolayısıyla ayette bahsedilen şey, olumsuz davranışları yapan insanların hakiki manada maymuna dönüşmesi değil, şahsiyetlerinin dönüşüme uğramasıdır (Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır, Dr. Yahya Şenol, Enes Alimoğlu).
89. “Daha önce kâfirlere karşı zafer isterlerken, kendilerine Allah katından, yanlarındakilerini doğrulayan bir kitap gelip de öğrendikleriyle karşılaşınca inkâr ettiler. İşte Allah’ın laneti böyle inkârcılaradır.”
Hayber Yahudileri ile Gatafan kabilesi devamlı birbirleriyle savaşıyorlardı. Ne zaman iki taraf savaşsa Hayber Yahudileri mağlup oluyorlardı. Bu durum üzerine Yahudiler şu duayı okuyorlardı: “Allah’ım! Biz, senin bize ahir zamanda göndermeyi vaad ettiğin, ümmi nebi olan Muhammed’i göndermeni istiyoruz ki, o bize yardım etsin.” Hayber Yahudileri Gatafan’la karşılaştıklarında bu duayı okumaya başladılar ve neticede Gatafan kabilesini hezimete uğrattılar. Ancak Rasulullah peygamber olarak gönderilince onu inkâr ettiler. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu. Bu ayette kendisini ve özelliklerini Tevrat’tan bilip öğrendikleri Muhammed’i (a.s.) nebi olduktan sonra inkâr ettikleri haber verilmektedir (Beyhaki, Delailü’n-Nübüvve, Beyrut 1985, II, 76-77).
104. “Bizi güt (raina) demeyin.”
Osmanlılarda reâyâ رعايا terimi en geniş anlamda seyfiye, kalemiye ve ilmiyeden oluşan askerî sınıf dışındaki bütün halkı kapsardı. Reâyâ sözlükte sığır, koyun sürüsü anlamına gelen raiyye/raiyyet kelimesinin çoğuludur (Mehmet Öz, “Reaya,” Diyanet İslam Ansiklopedisi, c. 34, s. 490). Mera (otlak) kelimesi de buradan gelir. Oysaki Kur’an’a göre biz Allah’ın kölesi değil, kuluyuz. Kölenin iradesi yoktur, kulun ise vardır. Allah’a kul olan, her şeye karşı özgürdür. Allah’a kul olan, kula kulluk etmez! Dolayısıyla reâyâ değil, Allah’ın kuluyuz!
187. Bakara 187’nin ortadan kaldırdığı şey, Bakara 183’te belirtilen “sizden öncekilere farz kılındığı şekliyle” ifadesidir. Biz, bizden öncekilerin tuttuğu şekliyle tutmamız gerekmiyor. Bakara 187’de daha kolaylaştırılmış şekliyle orucu tutabiliyoruz.
196. Bu ayeti, Bakara [2] 158 açıklıyor.
260. “İbrahim Rabbine: “Ey Rabbim! Ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster,” demişti. Rabbi ona: Yoksa inanmadın mı? dedi. İbrahim: “Hayır! İnandım, fakat kalbimin mutmain olması için (görmek istedim),” dedi. Bunun üzerine Allah: Öyleyse dört tane kuş yakala, onları yanına al, sonra (kesip parçala), her dağın başına onlardan bir parça koy. Sonra da onları kendine çağır; koşarak sana gelirler. Bil ki Allah azîzdir, hakîmdir, buyurdu.” (Diyanet Vakfı Çevirisi).
İbrahim Nebi’nin, inandığı halde kalbinin de tatmin olması için Rabbine, ölülerin nasıl diriltileceğini sorması üzere Allah ona, dört tane kuş almasını, onları kendine alıştırmasını, istiyor. Bazı âlimlerimiz bu ayeti, ‘onları kes’ diye algılamış. Kes manasına gelseydi, o zaman ‘Fesurhunne ileyke – Kendine alıştır’ demesine gerek olmazdı. Buradaki emir, kendisine alıştırmayla ilgilidir. Tek başına kesme olsaydı, ‘Kattı’hunne – Onları kes’ derdi. Ayette, o kuşların öldürüldüğüne dair bir gönderme yok. Sonra o dört kuştan herbirini bir tepeciğe koy diyor. “Dörtten her bir parçayı koy” demek, dördünü de paramparça et demek değil ki! Yani sesinin ulaşabilecği bir yere koyması isteniyor. “Sonra onları çağır. Sonra onlar sana uçarak gelecektir.” Burada söylenmek istenen şu olsa gerek: “Ey İbrahim! Sen onları yaratmadığın, sadece birkaç defa yem verdiğin halde sesini tanıdılar, çağırdın geldiler. İki defa yem vermekle yanına kuş geliyor da, her şeyini benim yarattığım insan ahirette ‘gel’ deyince nasıl gelmez?”
İnsanların öldükten sonra diriltilmesi gayba iman meselesidir. Bu, bizzatihi gözleme konu edilirse o zaman gayba iman devreden çıkar. Bu o zaman, şehadet âlemini görmekten ibaret kalır. Burada önemli olan mesajı kavramaktır. Orada kuşlar ölmüyor, canlı. Biz de Allah’a göre ölmüyoruz ki! Bizim ölüm dediğimiz şey, bedenle alakalıdır. Allah için bir insan öldü denilmez. Çünkü insanın Allah’la irtibatını sağlayan bu bedensel varlıkları değil, onun ruhudur. Ruh da ölmez. Kuş ölmedi. Ölmeyen şeyin sahibine geri dönmesi gibi, Allah’ın bize verdiği bu beden ve ruh birlikteliği mahşerde yeniden şekillenecek ve Allah’ın huzuruna hesap vermek üzere çıkacak (Prof. Dr. Mehmet Okuyan).
.
Beled:
.
.
Beyyine:
.
.
Buruc:
.
.
Casiye:
.
.
Cin:
.
.
Cuma:
9. “Ey inanıp güvenenler! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığında alışverişi bırakın; Allah’ın zikrine koşun. Bilseniz bu sizin için daha hayırlıdır. Namazı bitirdiğinizde yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfunu arayın. Allah’ı hiç hatırdan çıkarmayın ki umduğunuza kavuşasınız.” Kur’an’a göre Cuma günü tatil olamaz. Mü’minler çağrı yapıldığı zaman her şeyi bırakıp Allah’ın zikrini okumalı/dinlemeli ve ardından namazı toplu halde kılmaları gerekir. Allah’ın zikri, Allah’ın kitabıdır (Enbiya [21] 24; Hicr [15] 9). Mü’minler namazı kıldıktan sonra yeryüzüne dağılıp işlerine güçlerine gitmelidirler, Allah’ın lütfunu aramalıdırlar. Burada istenilen gidip boş boş yatmak değil. Yine Kur’an’da Cuma günü ile ilgili olarak anlatılan, örneğin onun mübarek oluşu veya Âdem’in bu günde yaratıldığı gibi başka şeylere dair herhangi bir bilgi verilmez.
.
Duha:
7. “Seni şaşkın görüp yol gösterdi.”
Bu ayetin açıklaması, İnşirah [94] 1-4’tür. Dall, şaşkın demektir / Pegyamberimizin şaşkınlığı, dini kabuller anlamında değil, Mekke’nin ağır ahlaksız gidişatından duyduğu derin ızdıraptan dolayı ne yapacağı bilmez bir haldeydi. Onun şaşkınlığı, Mekke toplumunun kötü gidişatıyla alakalı, onlara çözüm sunamamaktan kaynaklanan bir şaşkınlıktır. Onun Hira Mağarasına ikide bir çıkışı, böyle bir piknik yapmak ve Mekke’ye kuş bakışı seyirden ibaret değildi. Hira zaten arayış demektir. Hakikati aramak üzere yola çıkmıştı. Mekke’nin ahlaksız tutumundan, toplum yapısından kaçıyordu, ama hakikati aramaya kaçıyordu. Onun dall oluşu, toplumun gidişatından duyduğu sıkıntılardan kaynaklanıyordu. İşte “Fe heda” dediği şey de Cenab-ı Hakkın, onun vahiyle buluşturulması. Yani çözüm kapılarının artık aralanmış olmasıdır. Bize Kafirun suresi, Peygamberimizin risalet öncesinde de küfür gerektirecek, dalalet gerektirecek hiçbir tavrın içerisinde bulunmadığını öğretiyor (Prof. Dr. Mehmet Okuyan).
9. Bu ayet, 6. ayetin karşılığıdır.
11. Bu nimet, Kur’an. Maide [5] 3: “…Bugün dininizi sizin için kemale erdirdim ve size olan nimetimi tamamladım…”
.
Duhan:
3. “Biz onu mübarek bir gecede indirdik.”
Kur’an, Kadir gecesinde indirildi (Kadir [97] 1).
.
Enam:
39. “Allah, kimi dilerse onu şaşırtır. Kimi de dilerse onu dosdoğru yol üzere kılar.” (Enam [9] 39, Diyanet İşleri Başkanlığı Meali).
“Allah dilediğini doğru yola/sapkınlığa iletir” diye çevrilince o zaman “Dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin” (Kehf [18] 29) veya “Allah herkesin yola gelmesini istiyor” (Nisa [4] 26-27) ayetleriyle çelişmiş olur! Hem zaten Allah dilediğini saptırıp dilediğini de hidayete erdiriyorsa, Allah’ın dilediği bir şeyi tersine çevirmek mümkün müdür? Şeytanın birisiyle buluşması sebep değil, sonuçtur: “Onlar eğirilince Allah da kalplerini eğriltti.” (Saff [61] 5). Biz sapınca şeytana davetiye çıkarırız, o da gelir. Yine “Allah, fâsıklardan(günahkârlardan) başkasını saptırmaz!” (Bakara [2] 26) der. Yani Allah saptırmaz. Birey yoldan çıkar, Allah da onun sapmasını onaylar. Dolayısıyla ayetin doğru çevirisi şöyledir: “Allah, dileyeni saptırır, dileyeni de doğru yola iletir.” (Prof. Dr. Mehmet Okuyan).
61. “Nihayet birinize ölüm gelince elçilerimiz onun canını alırlar.” (Enam [6] 61, 93; Nisa [4] 97). Azrail ismi Kur’an’da geçmez, sadece bazı zayıf rivayetlerde geçer. Kur’an’da ruhları alan meleğe Melekül-Mevt مَلَكُ الْمَوْتِ (ölüm meleği) şeklinde (Secde [32] 11) fakat genellikle çoğul kalıbıyla yer verilir. Dolayısıyla Kur’an’a göre ruhları bir değil, birden çok melek almaktadır.
84-89. “İshak, Yakup, Nuh, Davud, Süleyman, Eyyub, Yusuf, Musa, Harun, Zekeriya, İlyas, İsa, İsmail, Elyesa, Yunus, Lut. Babaları, soyları ve kardeşleri… Onları da seçtik ve onlara da doğru yolu gösterdik… Bunlar kendilerine kitap الْكِتَابَ , hikmet ve nübüvvet verdiğimiz kişilerdir.” (Ayrıca bkz. Bakara [2] 136, 213). Kur’an’a göre her nebiye kitap verilmiştir. Yani geleneksel anlamda belirtildiği gibi 4 kitap yoktur. Kur’an’a göre tüm nebilere, az ya da çok, kayda geçirilmiş kitaplar verilmiştir.
.
Enbiya:
104. “Göğü, kitap sayfalarını dürer gibi dürdüğümüz zaman…”
Bu dürülüşü günümüz kitap tekniğinden yola çıkarak değil, o günkü çok katlı sayfaların rulo halinde dürülüş tekniğinden yola çıkarak anlamak gerekir (Mustafa İslamoğlu).
.
Enfal:
7. “Hani Allah, iki topluluktan birinin sizin elinize geçeceğine ilişkin vaatte bulunmuştu…” Buradaki vaadin ne olduğu, Rum [30] 1-6’da açıklanır: “…Bu Allah’ın vaadidir!”
37-38. Kur’an’a göre nebiler de günah işler (örneğin, Muhammed [47] 19). Nebilerin işledikleri küçük hatalar için zelle denilir. Oysaki 38. ayette “… Size büyük bir azap dokunacaktı” deniliyor. Büyük azap, zelle için söylenilmez ki! (38. ayet tek başına değil, 37 ile birlikte okunmak zorundadır). Sonuçta o bahsedilen topluluğun için Nebi’miz de vardı.
.
Fatiha:
4. “Din gününün sahibi.”
“Din gününün ne olduğunu sana bildiren nedir? O öyle bir gündür ki kimsenin kimseye hiçbir şeyle fayda sağlamaz. Ve o gün emir, Allah’ındır.” (İnfitar [82] 18-19).
6. “Bizi doğru yola ilet.”
“Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. O’na kulluk edin. Doğru yol budur.” (Meryem [19] 36).
Sırat-ı Müstakim’in ne olduğunu Enam [6] 151-153’da on esasta belirtiliyor.
.
Fatır:
14. “Eğer Allah’tan başka taptıklarınızı هُمْ çağırırsanız sizin çağırmanızı işitemezler; işitseler bile size cevap veremezler. Kıyamet günü de sizin ortak koşmanızı reddederler. Bu gerçeği sana, her şeyden haberi olan Allah gibi hiç kimse haber veremez.”
Onlardan kasıt insanlardır. Çünkü hüm هُمْ zamiri var. Putlar olsaydı ha هَا olması gerekirdi (Prof. Dr. Mehmet Okuyan).
.
Fecr:
.
.
Felak:
.
.
Fetih:
Fetih suresi Mekke’nin Fethi için inmemiştir! Fetih suresi, Hudeybiye barış anlaşmasından hemen sonra indi (Bkz. örneğin, İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Fetih Suresi). Kur’an savaşı değil, barışı fetih olarak niteler.
.
.
Fil:
.
.
Furkan:
.
.
Fussilet:
11. “Sonra duman halinde olan göğe yöneldi, göğe ve yerküreye, ‘İsteyerek veya istemeyerek, geliniz!’ dedi. İkisi de, ‘İsteyerek geldik” dediler.”
.
Gaşiye:
.
.
Ğafir (Bkz. Mü’min suresi):
.
.
Hac:
15. Bu ayetin çevirisi genelde, tavana ip atıp boğaza geçirerek asılmak ve nasıl olduğunun bakılması şeklinde çevrilir. Oysaki mesele 11. ayetten itibaren anlatılmaktadır. Ayet Rasulullah’ı anlatmaz. 15. ayet, bir felaketle karşılaştığında dini terk eden, bir iyilikle buluştuğunda huzur bulan, ama bu arada başka varlıklara da dua edip yalvaran, ardından kendilerine zararı yararından çok daha yakın olan insanlara yalvarıp duran, onları dost edinen, bunların ne kadar kötü dost olduklarını fark edemeyen ve Allah’a sınırda kulluk eden bu insan tipinin bu sınırda oluş ve ümitsizlikten kurtulmasının yolunu anlatır. Ayet, yukarıdaki özelliklere sahip insanlara yöneliktir:
“Kim dünyada ve ahirette kendisinin yardım etmeyeceğini zannederse semaya/yukarılara/yücelere doğru bir sebebe (Kur’an’a) uzansın/tutunsun. Sonra diğerleriyle olan ilişkisini kessin (Aracı edindiği, yalvarıp durduğu, peşinden gittiği, iyilik geleceğini zannederek kötülüğe talip olduğunu fark edemediği o insanlarla, yani şirkle ilişkisini kessin). Onu öfkelendiren şeyin kökünün nasıl kazandığını görsün. İşte böyle onu (sebep, vahiy) apaçık ayetler halinde biz indirdik. Allah, kim istiyorsa ona hidayet edecektir.” 14. ayette cenneti hatırlatmasının sebebi, “benden ümidinizi kesmeyin”i anlatmak içindir. Yücelere doğru uzanacak bir sebep, Kur’an’dır. Yani Kur’an’a, vahye sarılın, diğer şirk unsurlarından ilişkinizi kesin. Böylece, bu uygulamanızın Allah’ın size yardım etmeyeceği şeklinde içinize doğan of öfkeyi nasıl yerle bir ettiğini, nasıl yüreğinizden kazıdığını göreceksiniz. Çare Allah’tan, vahiyden yana olmaktır (Prof. Dr. Mehmet Okuyan, Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır).
.
Hadid:
.
.
Hakka:
.
.
Haşr:
.
.
Hicr:
.
.
Hucurat:
12. Bu ayet genellikle de yanlış tercüme edilir: “Ey iman edenler, zannın çoğundan kaçının.” O zaman demek ki biraz zan yapılabilir, ama çok zan yapılmamalıdır! Oyaki ayetteki kesirankelimesi, kaçınınile alakalıdır. “Zandan çokça kaçının.” Çünkü zannın bir bölümü doğrudan haramdır. Konu, başkalarıyla alakalı konuşmalardır (dedikodu, iftira, biriyle alay etmek, tecessüs). Hatta bu yanlış bizim kültürümüze bile girmiş: Hüsn-ü zan, su-i zan! (Prof. Dr. Mehmet Okuyan).
.
Hud:
.
.
Hümeze:
.
.
İbrahim:
.
.
İhlas:
.
.
İnfitar:
.
.
İnsan:
12. “Sabrettiklerinden dolayı onları cennet ve ipekle (harir) ödüllendirmiştir!” Cennet gibi bir ödülden sonra ipek yavan kalır. Burada daha farklı ve önemli bir şey olmalı. Harir kelimesinin kök anlamı da zaten hürriyettir. Dolayısıyla onlara cennet ve hürriyetin verilmesi daha anlamlı olur. Bu harir kelimesine hürriyet manası verebilmemizin en önemli delili, İnsan [76] 4’den dolayıdır: “Kafirler için biz zincirler, bukağılar, kelepçeler hazırladık.” (Mustafa İslamoğlu).
22. Burada şükredenlere Allah orada teşekkür edecek: Peşinde koştuğunuz şey, tarafımızdan takdir görmüştür (Prof. Dr. Yaşar Düzenli).
.
İnşikak:
.
.
İnşirah:
.
.
İsra:
9.. En doğru yola Kur’an ulaştırıyorsa, demek ki başka doğru yollar da var, onlara da başkaları ulaştırıyor şeklinde anlaşılabilir. “Kur’an, tek doğru yola ulaştıran kaynaktır.” (Prof. Dr. Mehmet Okuyan).
13. “Biz her insanın davranışını boynuna doladık.”
Mekkeli Müşrikler şöyle zannederlermiş: Bizim yaptığımız kötülükler kuş gibi uçup gidiyor, bunlar bir daha bize geri dömez. Allah onu reddediyor. Sizin o uçup gittiğini zannettiğiniz o davranış amelleriniz, kuş var ya, onu herkesin boynuna doladık (Prof. Dr. Mehmet Okuyan).
29. “Eli boyuna bağlamak,” cimrilik, “elleri açmak” ise müsriflik için kullanılan deyimlerdir.
70. “…onları (Âdem oğullarını) yarattıklarımızın birçoğundan üstün tuttuk.” (Ayrıca bkz. Mü’min [40] 57). Geleneksel anlatıma göre ortaya koyulan eşref-i mahlukat, yani yaratılmışların en şereflisinin insan olduğu anlayışı, bu ayete göre doğru değildir. Dolayısıyla en üstün varlık, insan değildir.
.
Kadir:
.
.
Kaf:
.
.
Kafirun:
.
.
Kalem:
.
.
Kamer:
.
.
Karia:
20. Şehrin öte ucundan gelen birisi, zaten şehrin içinde ne olduğunu da aslında bilmez. Şehrin öte ucundan gelen birisi yöneticilerin toplantı halinde olduğunu ve kararın da Musa’nın öldürülmesi şeklinde olduğunu bilmez. Demek ki bu adam, şehrin ileri gelenlerinden, yöneticilerinden birisidir (Prof. Dr. Mehmet Okuyan).
.
Kasas:
.
.
Kehf:
86. “…Nihayet Güneş’in battığı yere ulaştı. Orada gördü ki Güneş kara balçıklı bir suya batar (Tağrubu – تَغْرُبُ) haldeydi…” (Kehf [18] 86).
Kehf 86’deki ‘Güneş kara balçıklı bir suya batar haldeydi,’ ifadesinden yola çıkarak Kur’an’da Güneş’in suyun içine battığını söylediği iddia edilmektedir. Bu ifade Zülkarneyn’in ağzından onun bakış açısıyla söylenmiştir. ‘Güneş’in batması’ ile ‘bir şeyin suda batması’ Türkçede aynı kelime ile ifade edilir. Fakat Arapçada Güneş’in batması ğarabe غَرَبَ, bir nesnenin suda batması ise ğarake غَرَقَ fiilleriyle ifade edilir (Bkz. Kehf [18] 71). Eğer Güneş’in çamurda fiziksel olarak battığı ifade edilmiş olsaydı ğarake fiili kullanılırdı. Oysaki ayette ğarabe filii kullanılmıştır. Dolayısıyla burada anlatılan husus, bir insanın çıplak gözle denizin ufkunda güneşin batış anını akşam karanlığında tasviridir.
.
Kevser:
.
.
Kıyamet:
.
.
Kureyş:
.
.
Leyl:
.
.
Lokman:
34. “(1) O kıyamet saatine ilişkin bilgi Allah katındadır.
(2) Yağmuru O yağdırır.
(3) O, rahimlerde olanı da bilir.
(4) Hiçbir benlik yarın ne kazanacağını bilmez ve
(5) hiçbir kimse hangi yerde öleceğini bilmez. Allah alimdir, habirdir.”
“Beş Bilinmeyen/Muğayyebat-ı Hamse” olduğu iddia edilen bilgi için bu beş şıkkı tek tek inceleyelim:
(1) Kıyametin vakti sadece Allah’ın yanındadır, başka kimse bunu bilmiyor. Bunu başkasının bilemeyeceğini o cümleden öğreniyoruz.
(2) Burada, yağmurun ne zaman yağacağını Allah’tan başka hiç kimse bilmez diye bir vurgu yok.
(3) Yine burada Allah’tan başkası rahimlerde olanı bilmez diye bir ifade yok.
(4) Buradaki kesbten (kazançtan) kasıt illa ekonomik değil. Mesela hayır-şer, sevap veya günah olarak ne kazanacağı da buna dahildir.
(5) Nerede, ne zaman öleceğini bilemeyen, yarın şunu kazanacağım diye garantili bir söyleyebilir mi?
Dolayısıyla bu ayette insanlar tarafından bilinemeyen şeyler üç tane olarak sayılır. Bunlar da 1., 4. ve 5. şıklardır (Prof. Dr. Mehmet Okuyan).
.
Maun:
.
.
Maide:
96. “Siz ve yolcular yararlansın diye deniz avı ve yiyeceği size helal kılındı…’’ Ayet deniz avı ile ancak avlanarak ele geçirilebilecek, deniz yiyeceği ile de herhangi bir av yapmadan denizden çıkarılabilen tüm deniz canlıları hakkındadır. Kur’an deniz ürünlerin (midye, karides…) helal olduklarını belirtmektedir.
.
Mearic:
.
.
Meryem:
25. Meryem Valide’mize doğum sırasında şöyle denilmiştir: “Bu hurma ağacını kendine doğru salla da üzerine taze olgun hurma dökülsün.” Taze hurma mevsimi yaz ve sonbahar dönemidir. Ama kışın değildir. Dolayısıyla Kur’an’a göre İsa Nebi kışın doğmuş olamaz!
.
Mü’min (Ğafir):
.
.
Mü’minun:
.
.
Mücadile:
.
.
Müddessir:
.
.
Muhammed:
19. “…hem kendi günahın لِذَنْبِكَ hem de inanmış erkek ve kadınların günahları için bağışlanma talebinde bulun…” (Ayrıca bkz. Saffat [3] 140; Şuara [26] 82; Taha [20] 12; Tövbe [9] 43). Geleneksel anlamındaki ismet (günahsızlık) anlayışı bu ayetlere göre geçerli değildir.
.
Mülk:
.
.
Mümtehane:
.
.
Münafikun:
.
.
Mürselat:
.
.
Mutaffifin:
.
.
Müzzemmil:
.
.
Nahl:
.
.
Nas:
.
.
Nasr:
.
.
Naziat:
27. “Sizi yaratmak mı daha zordur, yoksa göğü yaratmak mı?”
“Elbette göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılmasından daha büyüktür.” (Mü’min [40] 57).
.
Nebe:
.
.
Necm:
3. Denilir ki Rasulullah hiç hevasından konuşmaz. O her ne konuşuyorsa vahiydir (vahy-i gayri metlüv). Madem Rasulullah’ın her söylediği vahiy idiyse o zaman niye bunun gibi ayetlerle uyarıldı: “Ey Nebi! Eşlerinin gönlünü kazanmak için Allah’ın sana helal kıldığı bir şeyi neden kendine haram kılıyorsun?” (Tahrim [66] 1). “… Allah seni affetsin. Doğrular sana belli olup yalancıları bilmeden önce, niçin onlara izin verdin?” (Tövbe [9] 43). “…Günahın için mağfiret dile…” (Mü’min [40] 55 ve Muhammed [47] 19). Yine yönetim işlerinde Mü’minlerle istişare emri verilen bir Rasulün her sözünün vahiy olduğundan nasıl söz edilebilir? (Al-i İmran [3] 159). Vahy-i gayri metlüv için ‘o hevasından/keyfinden konuşmaz’ ayeti delil getirilir. Oysaki bu ayetin bağlamına bakıldığında bunun Rasulullah’ın insan olarak kendi söyedikleri değil, ona vahiy olarak Cebrail’in öğrettikleridir. Yani bu anlatılanlar ilk vahyin gelişidir: “Peyderpey indiği zaman vahye yemin olsun. Arkadaşınız sapmadı, şaşırmadı. O, kendi hevasından konuşmaz. O, kendisine indirilen bir vahiyden ibarettir. Onları ona melekeleri son derece güçlü olan (Cebrail) öğretti. O yüksek ufuktayken belirmişti. Sonra yaklaşmış sarkmıştı. İkisinin arasındaki mesafe iki yay kadardı. O arada Allah’ın kuluna vahyetmesini istediği şeyi o da geldi vahyetti.” (Necm [53] 1-7).
Not: Bu konu için Kur’an’daki nebi ve rasul ayrımı da unutulmamalıdır (Bkz. Prof. Dr. Zeki Bayraktar, Kur’an ve Sünnet Ama Hangi Sünnet?, Süleymaniye Vakfı Yayınları, İstanbul).
.
Neml:
.
.
Nisa:
46. “İşittik ve isyan ettik/karşı geldik” diye çevrilen asa kelimesinin iki anlamı vardır: İsyan etmek ve sıkı sıkıya tutmak (mesela asaya, değneğe). “İşittik ve isyan ettik” şeklinde bir bağlılıktan söz edilemez. Bu kelimeyi Bakara [2] 93’e göre çevirmek gerekir. Zaten Allah’la isyan ederek değil, itaat edilerek anlaşma yapılır.
Zaten Yahudiler kendi kitaplarında da itaat ettik şeklinde ifade edilir: “Anlaşma kitabını aldı ve yüksek sesle halka okudu. Tanrının konuştuğu her şeyi yapacağız ve dinleyeceğiz.” (Tevrat, Çıkış 24:7). (Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır).
137. “İman edip sonra inkâr eden ve tekrar iman eden ve ardından inkâra saplanan ve en sonunda saplandığı inkâra boğazına kadar gömülenlere gelince: Allah onları affetmeyecek ve rehberlik yapmayacaktır.” Bu ayete göre kişi dinden çıkıp tekrar iman ediyor. Ardından yine dinden çıkıyor. Eğer dinden çıkan öldürülecekse o zaman ikinci kez nasıl iman edebilecek? Dolayısıyla Kur’an’a göre mürtedin (dinden çıkanın) öldürülmesi mümkün değildir. Bu konudaki diğer ayetler için bkz.: Al-i İmran [3] 85-90, Bakara [2] 217, 256; Kaf [50] 45.
.
Nuh:
.
.
Nur:
.
.
Rad:
2. “Allah gökleri direkler olmadan yarattı, nitekim siz de görüyorsunuz.” Diğeri Lokman 10. Allah göremeyeceğiniz direkler diyorsa, yoktur deriz. Fakat bu ayetlerin hem Arapça gramer hem de vakıa açısından doğru çevirisi şöyledir: “Allah gökleri sizin görebileceğiniz direkler olmadan yaratıp yükseltti.” (Prof. Dr. Mehmet Okuyan).
.
Rahman:
.
.
Rum:
30. “İnsanların elleriyle yaptıkları yüzünden karada ve denizde bozulma meydana geldi. Belki dönerler diye (Allah) onlara, yaptıklarının bir kısmını tattırıyor.” (Kur’an, kesin olacak şeyler için genelde geçmiş zaman kipini kullanır). Kur’an, “sakın dengeyi bozmayın” (Rahman [55] 8) emriyle doğayı korumaya yönelik bir çevre bilinci oluşturmuştur. Fakat Kur’an, insanların yaptıkları yüzünden karaların ve denizlerin zarar gördüğünü; bu zararının etkisinin insana geri döndüğünü ve bunun aslında insanın kendisini akıllandırmasının, gerçeğin farkına varmalarının beklendiğini de söyler (Rum [30] 41). Rum [30] 41’deki deniz vurgusu çok önemlidir. Rasulullah hiç deniz kenarında yaşamamıştı. Yine Kur’an’ın indiği dönemde büyük bir sanayi üretimi olmadığı için insanların denize zarar vermeleri mümkün değildi. İnsanlar karada örneğin ormanları yakınca sorunun kendilerine nasıl döndüğünü görebilirlerdi. Ama özellikle denizde bunu görmeleri imkân dahilinde değildi. İnsanların gerçek anlamda denizlere zarar vermeye başlaması 18., 19. yüzyıldan yani sanayi devriminden itibarendir. Bu açıdan, Rum suresinde bu ayetin yer alması, büyük bir inceliktir. Dolayısıyla İslam, çevre konusuna değinmeyen bir din değildir (Prof. Dr. Caner Taslaman).
.
Sad:
.
.
Saf:
.
.
Saffat:
30. “(İbrahim) şöyle dedi: Yavrucuğum! Kendimi rüyada seni kurban ederken görüyorum اَرٰى Bak bakalım sen ne dersin?…”
Geleneksel anlatımlara göre Allah İbrahim Nebi’yi sınamak için ona oğlunu kurban etmesini emretmiş. Oysaki böyle bir emir Kur’an’da değil Tevrat’a yer alır: “… oğlunu yakmalık sunu (kurban) olarak sun.” (Tevrat, Yaratılış 22:2). Kur’an’a göre İbrahim Nebi görmekte olduğu rüyasını bir talimat olarak algılamış ve onu gerçekleştirmeye kalkmıştır (Saffat [37] 105). Bu davranışını oğluna danışıp, “Sen bu işe ne dersin?” demesi, rüyasını bu şekilde yorumladığını gösterir. Çünkü Allah’ın kendisine buyurduğu bir emri yapıp yapmaması konusunda birisine danışması düşünülemez. Yine bu bir ilahi emir olsaydı, mutlaka yerine getirilmesi gerekirdi. Ayrıca bu ayet bize rüyalarla amel edilemeyeceğini de göstermektedir. Sonuç olarak oğulun kurban edilmesi emri İsrailiyattır. Yani Kur’an’da yoktur, sadece Tevrat’ta vardır.
96. “Sizi ve yaptıklarınızı Allah yarattı.” Ayet insanın iyi ve kötü fiillerini değil, sadece onların taptıkları putlardan ve heykellerden bahseden. Saffat 91-96 ayetleri insanın kendi elleriyle yonttuğu şeyin ilah olamayacağını ve Allah’ın -insan kadar- put yapılıp tapınılan bu taşların da yaratıcısı olduğunu açıklar.
.
Sebe:
.
.
Secde:
.
.
Şems:
.
.
Şuara:
.
.
Şura:
.
.
Taha:
.
.
Tahrim:
.
.
Talak:
.
.
Tarık:
.
.
Tebbet/Mesed:
1. Ebu Leheb, bir kişinin gerçek ismi değil, bir lakaptır. Ebu Leheb, asıl adı Abdüluzza olan (Ebu Utbe Abdül‘uzzâ ibn Abdilmuttalib ibn Hâşim), Peygamberimizin amcalarından birisidir. Oğlundan dolayı ona Ebu Utbe da denilirdi. Ama onun Leheb adında bir oğlu yoktu. Ebu Leheb ve aynı şekilde Kur’an’da adı geçmeyen eşi Ümmü Cemil (Erva binti Harb ibn Ümeyye), sıfatları ve yaptıkları ile sembolleşmektedirler. Asıl adı Abdüluzza olan Ebu Leheb’in isminden ziyade sıfatının yani künyesinin kullanılması, onu sembolleştiren en büyük özelliktir.
Tebbet’ fiili Arapçada yok olmayı, helak olmayı, kahrolmayı ve kurumayı ifade eden bir fiildir. Aynı ayette fiil iki defa geçmektedir.
Ebu Leheb ayet indikten sonra 10 yıl daha yaşadı ama elleri kurumadı, yani kötürüm, engelli olmadı! (Çiçek [adese] hastalığından öldü).
Ayette geçen ‘yeda’ يَدَٓا ‘iki el’ değil, ‘güç’ anlamındadır. Çünkü Kur’an’da ‘yeda,’ güç, kuvvet, düzen, el, yönetim gibi anlamlarda da kullanılır. Örneğin Maide 64’te yed ve yeda kelimeleri, mecazi olarak Yüce Allah’ın cömertliğini ifade etmektedir.
‘Yeda’ یدا yani ‘iki el’ ifadesi, Ebu Leheb’in iki gücünü temsil etmektedir. Surenin 2. ayeti bu güçleri, onun malı ve kazandığı şeyler (ekonomik güc ve bunun sosyal güce dönüşmesi) olarak açıklamaktadır (https://istekuran.net/sureler/6-tebbet-veya-mesed-kurudu-suresi.html). Dolayısıyla ayetteki yeda ifadesini bir bedene ait maddi eller yerine güçler olarak çevirmek daha uygundur (Prof.Dr. İsmail Yakıt, Kur’an’ı Anlamak, 203; Prof.Dr. Mehmet Okuyan, Kısa Surelerin Tefsiri, I, 536).
.
Tegabün:
.
.
Tekasür:
.
.
Tekvir:
.
.
Tin:
.
.
Tövbe:
28. “Mü’minler! O müşrikler kirlenmiş kişilerdir. Bu yıllarından sonra Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar…” Ayetteki “o müşrikler”in الْمُشْرِكُونَ kimler olduğu, Tövbe suresinin başında tanımlanmıştır (antlaşmayı bozan ve saldırıyı ilk önce başlatanlar). Müslümanlarla yaptıkları anlaşmayı bozan müşriklere 4 ay süre verilerek Mekke’yi terk etmeleri, aksi takdirde bulundukları yerde öldürülecekleri ilan edilmiştir. Çünkü müşrikler müslümanları alt etselerdi, akıllarına antlaşma gelmeyecekti. Antlaşmayı bozmamış olan müşrikler için ise herhangi bir yasak koyulmamıştır (Tövbe [9] 1-13). Kur’an’a göre Mekke’ye girme ile ilgili yasak sadece Rasulullah ve müslümanları Mekke’den çıkaran ve daha sonra yapılmış antlaşmayı bozanlarla ilgilidir. Ancak geleneksel anlayış ayetleri bağlantılarından kopararak tüm gayrimüslimlerin Mekke’ye girişini engellenmiştir.
122. “Müminlerin tamamının savaşa çıkması gerekmez. Her kesimden bir takımı (Allah’ın savaşa çıkma emrini uygulamanın kişiye kazandırdıklarını görüp) dini kavramak ve geri döndüklerinde toplumlarını uyarmak için savaşa çıksa iyi olmaz mı? Böylece yanlışlardan sakınabilirler.” “Li yetefakkahu fiddin!” Onlar cumhur cemaat Medine’ye gelmesinler. İçlerinden bir grubu dinden derin anlayış sahibi olmak için gelsinler. Yani seçtikleri bir grup gelsin. Bu ayete savaş manası verirler, oysaki alakası yoktur savaşla. Yani savaşa çıkanlar hep beraber çıkmasınlar. Geriye ilim sahibi olmak için bir miktar kalsın. Aksine, Medine’ye gelen heyetler, toplanıp Medine’yi basmasın. Bunlar nerede yatacak, ne yiyecekler? Onun için içlerinden bir grubu seçsinler, onlar gelsinler (Mustafa İslamoğlu).
Bu ayet, hocaların ve talebelerin askere gitmemesi için saptırılmıştır. 120’den itibaren okuduğunuzda, bunlar geri kalmış, savaşa gitmemişler. Rasulullah ve sahabenin önde gideni savaşa gitmiş, ama bunların hepsinin savaşa gitmesine gerek yok. Bir grup geride kalsın da dini öğrensin, onlar döndüğü zaman anlatsın. Medine’de geri kalanlar Rasulullah’a ne anlatacaklar? Medine’de kalanlar dini kimden öğrenecekler de Rasulullah ve diğerine ne anlatacaklar? Gitse ya, emrini gitmesin diye tam tersine anlamlandırıyorlar (Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır).
.
Tur:
.
.
Vakıa:
.
.
Yasin:
39. “Ay’a da safhalar belirledik; sonunda kuru bir hurma dalı gibi olur.” (Yasin [36] 39).
82. Ayetleri Türkçeye çevirirken fiillerin yapısına, kullanılan fiilin mazi mi yoksa muzari mi olduğuna dikkat edilmelidir. Sözgelimi, “İnnemâ emruhû izâ erâde şey’en en yekūle le-hû kün fe-yekûn.” (Yasin [36] 82) şeklindeki meşhur ibarenin ” فَيَكُونُ fe-yekûn” kısmı, ‘o da oluverir’ şeklinde çevriliyor; yani henüz mevcut olmayan o nesne, ‘ol’ dendiği an hemen oluyormuş gibi… Oysa, fe-kâne değil, fe-yekûnü deniyor ki muzari sıygası, bir şeyin ânında olduğunu değil, olmaya başlayıp belli bir süreç dahilinde tamamlandığını ifade eder. O zaman mana şöyle olmaktadır: “O, bir şey murad ettiği zaman, emri ona ‘Ol!’ demekten ibarettir; ânında olmaya başlar.” (Prof. Dr. Murat Sülün). (Mazi: Geçmiş; muzari, henüz başlamamış veya başlayıp da tamamlanmamış eylemleri anlatan zaman şekli; siyga, kip).
.
Yunus:
.
.
Yusuf:
53. “Ben nefsimi temize çıkarmam; çünkü nefs, Rabbimin merhameti olmadıkça, kötülüğü emreder. Doğrusu Rabbim bağışlayandır, merhamet edendir.”
Bu söz Yusuf Nebi’nin değil, Züleyha’nın. Yusuf Nebi bunu niye söylesin? Ne yaptı Yusuf Nebi? O sadece bir mazlumdu. Haksız yere hapse atılmıştı. Çünkü henüz ortalıkta Yusuf Nebi yok. Yönetici olan Aziz, kadınlarla konuşuyor. Yusuf Nebi daha hapisten çıkmadı, “Ben beraat etmeden çıkmam!” dedi. Kadın bu sözü itiraf ettikten sonra melik, onu çağırdı (54. ayet). Eğer bunu Yusuf Nebi söyleseydi, melikin onu zindandan çıkartmasını emretmesinin bir anlamı kalmazdı (Prof. Dr. Mehmet Okuyan).
.
Zariyat:
43. Buradaki “bir süre”den kasıt 3 gün (Bkz. Hud [11] 65).
.
Zilzal:
.
.
Zuhruf:
17. Bu ibarede kastedilen şeyin ‘kız çocuğu’ olduğunu Nahl [16] 58 ayetinden öğrenmekteyiz.
18. Metindeki “ve huve” babadır. Kız çocuklarının bir tartışma kendilerini savunamayacakların söyleyen Allah değil. Bunu söyleyen baba da değil. Adamın kendisi, açıklanamayan bir husumet duyuyor.
54. “Hâsılı, (Firavun) kavminin direncini kırdı فاستخفَّ; onlar da ona itaat ettiler.”
“Dolayısıyla, sen sabret; Allah’ın va’di kesinlikle gerçektir! Sakın direncini kırmasın senin يستخِفَّنّك, yakînen iman etmeyenler.” (Rum [30] 60). (Prof. Dr. Murat Sülün).
.
Zümer:
.
.