Akif Efendi, yine iç dünyasıyla başbaşa olduğu gecelerden bir gece gözü, bahçe duvarına tırmanmakta olan bir kimsenin gölgesine ilişmişti. Bu beklenmedik ziyaretçinin bir hırsız olduğuna şüphe etmeyen Şeyh Efendi süratle aşağı inerek her tarafı kilitledi. Yalnız odasına çıkılacak kapıyı açık bırakarak eline de bir urgan alıp odasında bir köşeye saklandı.
Hırsız ise gecenin geç saatinden bütünüyle uyumakta olduğunu zannettiği evde, açık bulduğu tek kapıyı kolayca aralayıp Akif Efendi’nin odasına girdi. Girmesiyle de arkadan sarılarak bağlanması bir oldu. Gece misafirini bir müddet bağlı tutan Şeyh Efendi, nihayet hırsıza sordu: “Evime niye girdin?” Neye uğradığını şaşıran adam, beklenmedik bir açık yüreklilikle cevap verdi: “Açım !” Bu defa da Akif Efendi, hırsızın beklemediği sıcak ve yumuşak bir sesle: “Öyleyse benimle aşağıya gel” dedi. İpler çözüldü ve ev sahibiyle hırsız aşağı indiler. Mevcut yemeklere ilave olarak reçel, peynir gibi kahvaltılıklarla da donatılan tepsi yukarı çıkarıldı ve ölesiye aç olan hırsız, az önce urganla bağlandığı odada önüne konulanları son kırıntısına kadar yiyip bitirdi. Fakat yemeğin bitmesiyle macera bitmemişti. Bu defa da ev sahibi: “Oğlum” dedi, “bu gece seni bırakmam. Misafirimsin. Hadi sen şu minderde yat, ben de burada yatayım.” İtaatli ve minnettar iki göz, Şeyh Efendi’ye bakarak, düşünmeye dahi gerek görmeden: “Peki…” dedi ve karşılıklı yattılar; çok geçmeden de uyudular.
Yine güneşin üstlerine doğmasına kalmadan uyanan insanlardan olan Akif Efendi, ferahlayan bir yürek gibi gökyüzünün karanlığı ağarmaya başlarken uyandı ve bir çocuk rahatlığı ile uyumakta olan misafirine: “Haydi kalk, abdest al. Sabah namazını kılalım…” dedi. Bu gece misafiri, belki de sokakta çelik çomak oynayan ve mezarlık içlerinde çitlembik toplayan bir çocuk iken, mahallelerindeki mescide gidenleri görmüş hatta fırsat buldukça, arkadaşlarıyla safların arasında kovalamaca oynamış ama namaz kılmamıştı. Akif Efendi’nin misafiri de ömrü boyunca namaz kılmamıştı ama kılanları seyretmişti. Hele anneannesi gibi benzeri az bulunur, yumuşak ve tatlı bir insandan dudağında bir artık lezzet, bir haz artığı kalmıştı. Şimdi ise bir ses onu namaza, eski günlerin derinlerde boğulup kalmış bir hazza davet ediyordu. Süratle yerinden fırladı. Gerçeklere teslim olmanın sarhoşluğu, belki de güvenli onuru içindeydi. Üç beş saat önce sanki bir deprem, varlığı çatısını çökertip taş üstünde taş bırakmamıştı. Şimdi ise şu güçlü kuvvetli iman adamı, o enkazdan bir bina kuracaktı.
Beraber namaz kıldılar ve tekrar kilere indiler. Bu defa da Şeyh Efendi: “Oğlum” dedi, “benim yaptığım helvayı herkes beğenir. Gel sana bir tepsi helva yapayım, götür sat, karşılığı senin olsun. Akşama yine gel buraya.” Akif Efendi misafirine üç gün kendi eliyle helva yaptıktan sonra: “Eh” dedi, “artık işi öğrendin. Yağ, şeker ne lazımsa hepsi kilerde var. Artık kendin yapar, gider satar, yatmaya da yine buraya gelirsin.”
Geldi. Hem de öylesine geldi ki, gözünde dergahından başka bütün dünya silinmiş olan genç adam, buraya tam 40 sene geldi. Daha doğrusu 40 yıl bu kapıdan ayrılmadı. Hırsızlık yapmak için eve gelen ve Şeyhin hizmetine girerek bir derviş olan bu adamın ismini kimse merak etmiyordu. Çünkü yaşı gençken ona ‘Helvacı’ derlerdi. Yaşı biraz ilerledikten sonra ise ‘dede’ demeye başladılar. Bu dede dinine o kadar bağlı bir kimse oldu ki, hiç bir şekilde taviz vermiyor, nerede haksızlık görürse hemen karşısına dikiliyordu. Bu halinden dolayı da son zamanlarda ona ‘Zehir Dede’ demeye başladılar. Zehir Dede tam kırk yıl şeyhinin maddi ve manevi hizmetinde bulunduktan sonra daha genç yaştayken Zehir Dede olarak ahirete göçtü.
Kaynak: İbrahim Sıddık İmamoğlu, Büyük Dini Hikayeler, Osmanlı Yay., İstanbul Mart 1980, s. 196-197.