Muhammed (as) Devlet Başkanlarına Tehditkar Mektuplar Göndermiş midir?
Prof. Dr. Süleyman Ateş
SORU: Peygamberimizin, zamanında yaşayan toplumlara mektup göndererek onları İslâm’a davet ettiğini biliyoruz. Bu mektupların amacı “ya bana uyarsınız Müslüman olursunuz ya da sizinle savaşırız” demek midir? Peygamberimiz bu toplumlarla savaşmış mıdır? Müslüman bir devlet, çevresindeki Müslüman olmayan devletlerle saldırı, zulüm, haksızlık gibi bir neden olmadan savaşabilir mi? Orada yaşayan insanları Müslüman hakimiyetine almak, bir savaş nedeni olabilir mi? “Fetih”, Müslüman olmayan bir toplumu İslam hâkimiyetine sokmak için yapılan savaş mıdır? “Fetih” ile “işgal” arasındaki temel fark nedir?
CEVAP: İslâm’da durup dururken hiç kimseye saldırılmamıştır. Zaten Bakara Suresi 190’ıncı ayette, “Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın fakat haksız yere saldırmayın çünkü Allah, saldırganları sevmez” buyurulmaktadır. Demek ki ancak saldırganlara karşı savaşılır. Saldırı kuşkusu ve tehlikesi olmayan, kendi halinde insanlarla barış içinde yaşamak Kur’ân’ın emridir.
Çünkü Kur’ân’a göre “Barış daha iyidir.” Rasulullah’ın yaptığı savaşların temel nedenleri araştırılırsa amacın savunma, İslâm toplumunu güvence altına alma olduğu anlaşılır. Peygamberimiz, müşrik olan bazı Arap kabilelerine mektuplar yazmıştır. Ama İran ve Bizans imparatorlarını İslâm’a davet ettiği aksi takdirde güvence içinde olmayacaklarını ima yollu tehditkâr mektup yazdığı hakkındaki rivayet kanıttan yoksundur. Çünkü Rasulullah’ın temel misyonu, kendi kavmi olan Arapları tevhide çağırmak, şirki ortadan kaldırmaktı.
Kitap ehlinden istenen, yeni Tanrı Elçisi’ne ve onunla sunulan mesaja köstek değil, destek olmalarıdır. Evrensel mesaj getirmiş olan Hz. Muhammed, davetini Arabistan’ın her yanına yaymak üzere bölgenin belli başlı prenslerine, yöneticilerine mektuplar yazarak onları İslâm’a çağırdığı, Bizans İmparatoru Herakleious’a şu mektubu gönderdiği rivayet edilir:
“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla. Allah’ın Eçisi Muhammed’den, Rumların büyüğü Herakle’ye. Hidayete uyanlara selam. Bundan sonra ben seni İslâm’a davet ediyorum. Müslüman ol ki, selamete eresin (Eslim teslem). Allah sana iki kat ödül verir. Eğer kabul etmezsen halkının vebali senin boynunadır.” Kur’ân-ı Kerim’in açık söylemiyle Hz. Muhammed’in, her şeyden önce ilahi bir kitaptan yoksun olan Arap toplumuna gönderildiği ve Allah’ın, her ulusa kendi diliyle konuşan elçi göndereceği, bir Tanrı yasası olarak belirtildiği (İbrahim Suresi 4) için Hz. Peygamber’in, Arapça bilmeyen, özellikle Hıristiyanlığın temsilcisi ve savunucusu olan Bizans İmparatoru’na böyle tehditkâr söylem taşıyan bir mektup göndermiş olduğu kanısında değilim.
Çünkü;
* Bu mektupların hiçbirinin orijini yoktur. Mevcutlar, rivayetlerden ibarettir.
* Bu mektuplarda sadece “İslâm ol” denilmektedir ama nasıl İslâm olunacağı açıklanmamıştır. Kur’ân okuyarak mı? Henüz o zaman Kur’ân, derlenip bir kitap haline getirilmemişti. O halde onlardan istenen İslâm nedir?
* Buhari’deki rivayette Rasulullah’ın, Herakleious’a mektup yazmış olduğu, olaydan uzun zaman sonra Müslüman olan Ebusüfyan’ın anlatımıdır. Bu habere göre Ebusüfyan, Hudeybiye barışından sonra 627 yılında ticaret için gittiği Şam’da, Suriye kentlerinden Hims’te bulunan İmparator Herakleious, kendisini huzuruna çağırtmış ve ondan, . Muhammed’in (a.s.) durumunu ailesini sormuş, Ebusüfyan da bildiklerini söylemiş. Herakleious, Hz. Muhammed’in yolladığı mektubu Ebusüfyan’a göstermiş.
* Oysa 627 yılında İmparator Suriye’de değil, Kafkasya’dadır. Suriye’ye ancak 630 yılında gelmiştir ki o tarihte de Mekke fethedilmiş, Ebusüfyan da Müslüman olmuştu. Haberde onun, Ebusüfyan’ın Müslüman olmadan önce imparatorla görüştüğü söylenmektedir. Bu, tarihi gerçeğe uymamaktadır.
* Ayrıca bir zafer töreniyle kutsal haçı Kudüs’e getiren imparatorun, haberde anlatıldığı biçimde nihayet bir kabile lideri olan Ebusüfyan’ı çağırması, ona Peygamber’in vasıfları hakkında sorular sorması ve papazlarına Müslüman olmalarını önermesi, onların kızdığını görünce bunu sadece onları denemek için yaptığını söylemesi kabul edilebilecek ciddiyetten uzaktır.
* Sözde, imparator-Ebusüfyan görüşmesi dikkatle incelenirse haberin nasıl tutarsız ve çelişkilerle dolu olduğu anlaşılır. Şöyle ki:
* Kralın huzuruna çıkarıldığı söylenen Ebusüfyan da arkadaşları da Hz. Peygamber’e karşı içleri kin dolu müşriklerdi. Onu krala övücü mahiyette anlatmaları mümkün değildi.
* Güya Ebusüfyan, Hz. Muhammmed’in dinine girenlerden hiç kimsenin dininden dönmediğini söylemiş. Bu da doğru değildir. Hz. Peygamber’in hayatlarının sonunda ve özellikle Ebubekir zamanında dinin zekât vergisini kabul etmeyen kabileler olmuş ve bunlara savaş açılmıştır ki bu savaşlara ridde (dinden dönme) savaşları denilir.
* Mektupta yazıldığı söylenen ayet, henüz o zaman indirilmemişti. Çünkü bu ayetin bulunduğu Al-i İmran Suresi’nin baş tarafı, Hicret’in 9’uncu yılında gelen Necran Hıristiyanları ile ilgili olarak inmiştir. Hasılı Peygamberimizin bu büyük imparatorlara böylesine tehditkâr mektup yazmış olduğu rivayeti delilden yoksundur.
Vicdanlar üzerinden baskının kalkmasını isteyen Kur’ân, daha ilk surelerinden olan Kâfirun Suresi’nde din ve vicdan özgürlüğünü şöyle vurgulamıştır: “Sizin dininiz size, benim dinim banadır.” Kur’ân’ın getirdiği din ve vicdan özgürlüğü prensibi, çeşitli surelerde vurgulanmaktadır. Hz. Muhammed’in görevi, insanları dini kabul etmeye zorlamak değil, gerçeği anlatmaktır: “Sen onların üzerinde zorlayıcı değilsin” (Kaf: 34/45), “Öğüt ver çünkü sen ancak öğüt verensin. Onların üzerinde zorlayıcı değilsin” (Gaşiyeh: 68/21-22), “Elçinin görevi sadece açıkça duyurmaktır” (Ankebut: 85/18, Nur: 102/54) gibi pek çok ayet, Peygamber’in görevinin insanları zorlayarak yola getirmek değil, gerçekleri duyurmak olduğunu bildirmektedir. Bunlar, vicdan özgürlüğünün en güzel kanıtlarıdır.“Müşrikler sizinle topyekün savaştıkları gibi siz de onlarla topyekün savaşın” (Tövbe: 113/36), “Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın fakat saldırmayın. Çünkü Allah saldırganları sevmez” (Bakara: 92/190) gibi ayetler, dinlerini değiştirmek için insanlara saldırmayı değil, saldırgan düşmanlarla savaşmayı, ama saldırmamayı emretmektedir. Zaten İslâm’ın temel anlamı barış içine girmek, esenlik ve huzura ermek, sadece Allah’a teslim olmak demektir. Öyle ise Müslüman, düşmanlık değil, barış sunan insandır. Enfal Suresi’nin 61’inci ayetinde Hz. Muhammed’e, düşman barışa yanaştığı takdirde kendisinin de barışa yanaşması emredilmektedir.
Savaşı emreden ayetler, müşrikleri zorla dine sokmak için değil, onların saldırılarına karşı koymayı, şerlerini savmayı, vicdanlar üzerindeki baskılarını kaldırıp herkesin özgürce inandığı dini uygulamasını sağlama amacına yöneliktir. Ayrıca “Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan menetmez. Çünkü Allah, adalet yapanları sever. Allah sizi ancak din hakkında sizinle savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanıza yardım eden kimselerle dost olmaktan men eder. Kim onlarla dost olursa işte zalimler onlardır” (Mümtehine 8-9) ayetleri, Kur’ân’ın savaşılmasını emrettiği insanların, başka din ve inanç mensubu, kendi halinde, barışçı insanlar değil, Müslümanlara saldırmış, onlara işkence etmiş, onları yurtlarından sürmüş, mallarına mülklerine konmuş Mekke müşrikleri ve onların müttefikleri olduğunu gösterir. Hz. Muhammed, Medine’ye geldiği zaman kitap ehli olan Yahudilerle savunma ittifakı kurduğu gibi çıktığı Tebuk Seferi’nde de birçok Hıristiyan emirlerle saldırmazlık ittifakı yapmış, kimseyi din değiştirmeye zorlamamıştır. Din, vicdan ve kanaat işidir. İnsan bir dini zorla kabul etmiş görünse de gönülden inanmadıkça mümin sayılmadığı gibi gönülden gelmedikçe zor karşısında yapılan inkâr da küfür sayılmaz.
Kaynak: “Din ve vicdan özgürlüğü (1-3),” Vatan Gzt., 20-21.10.2010, 13.03.2011.
Görsel Kaynağı: http://www.lastprophet.info/gallery/photo/ali-husrevoglu-collection/8