Harikazedeler sokağı… Şehzade Camiinden Lâleli Camiine doğru inerken karşılaştığımız sokaklardan birinin adı bu… Harikazedeler… Yani, yangından kurtulanlar…
İstanbul’un ahşap binalarının kimbilir kaçıncı yangınını teşkil ediyordu buradaki son yangın… Kışın soğuğunun bile ateş gibi yaktığı bir geceydi. Sonraları ismini sokağa verecek olan müthiş yangın da, işte böyle bir gecenin yarısından sonra iki katlı ahşap bir evde başlamıştı. Kısa zamanda etrafı saran ateşlerin içinden canını kurtaran kurtaranaydı.
Alevlerin aydınlığında sokağa fırlayan genç kızcağız da, bunlardan biriydi. Ne yapıp nereye gideceğini şaşırınca Şehzade Camiinin medreselerinden birinin camlarından görünen bir ışık ümit vermişti. Dişlerini şakırdatan bir soğuğa daha fazla dayanamazdı. Bugün kız talebe yurdu yapılan medresenin kapısını itip içeri girdi.
Gaz lâmbasının ceviz rahle üzerine serptiği ışıkta Kur’ân tefsiri çalışan dalgın talebe başını kaldırınca bir mânâ veremedi: “Kimsin sen, in mi, cin mi? Gecenin bu saatinde ne işin var burada?” “Ben in, cin değilim. Din kardeşlerinden biriyim. Mahallemizde çıkan yangın bizi de alevleri içine aldı, canımı zor kurtarıp, buraya sığındım.” “Olmaz! Ben şu anda tefsir çalışan bir talebeyim. Şaibeli hareketlerden uzak kalmam lâzım. Seni burada görürlerse dedikodunun önünü alamayız. Burasını hemen terk etmelisin.” “Gecenin bu saatinde nereye çıksam donarım!”
Tefsir talebesi mırıldanarak düşünmeye başlar… “Hayırdır inşaallah. Herhalde bir imtihana tabi tutuluyoruz?..” Bir iki dakikalık sükût. “Öyleyse şu duvarın dibindeki kilime sarın ve köşeye istirahatına bak.” Gözlerini tekrar kitabına dikip, Beyzavî tefsirini çalışmaya devam eden talebe, dakikalar ilerledikçe şeytanı ile mücadeleye başlar. Bir ara: “Hayır!” diye haykırarak parmağını lâmbanın isli alevine tutar, derisi büzülünceye kadar ateşten çekmemekte de ısrar eder.
Mücadele sabaha kadar devam eder, bir kaç defa ateşe tutulan parmak iyice yanar ve ucunda bir yara bile meydana gelir. Şafak sökmek üzeredir. Sonraları Guzat mezunu olup hâkim çıkacak olan talebe, sabah ezanıyla birlikte medreseyi terk edip namaza gider. Dönüşte odasında kimsenin kalmadığını görünce rahat bir nefes alır. Ortalık aydınlanınca yangın yerine koşan kızcağız babası ile annesinin feryatları içerisinde kendisini aradıklarını görünce bağırır: “Babacığım, anneciğim, benim için asla üzülmeyin.” “Kızım nerede kaldın bütün gece?” “İşte burada, medresenin odasında, bir talebenin yanında.” Ve kızcağız olanları anlatır. Bu defa baba, kızını yanına alarak, Şehzade Camiinde tefsir veren hocaefendinin huzuruna çıkar ve talebelerini toplamasını rica eder.
Hoca üzgün, mollalar hayrette… Bir talebenin kızcağıza iffete aykırı bir davranışta bulunduğu endişesi içindeler… Toplanan mollaları bir bir gözden geçiren kızcağız, parmağının ucu sarılı birini işaret eder: “İşte babacığım, parmağının ucu sarılı olan talebe!” Tefsir hocası hayretler içerisinde sorar: “Selâhaddin, senden asla ümit etmezdim, nasıl oldu da böyle bir şikâyete sebebiyet verdin?”
Selâhaddin, başını önüne eğer ve hocasından utancından tek kelime bile söylemeye muktedir olamazken, kızın babası müdahale eder: “Muhterem hocam, değerli talebenizi hırpalamayın. Biz onu şikâyet için değil, takdir ve tebrik için aramaktayız. Siz, parmağını niçin sardığını bir sorun ona!” Ve mahcup talebe, ısrara dayanamaz, anlatır:
“Şeytan bana vesvese verdikçe ben de parmağımı lâmbanın ateşine tutuyor, ‘Buna tahammül etmeyi göze alıyor musun?’ diye soruyordum. İşte bu sırada parmağım yandı, sarmak zorunda kaldım!”