Sizin ateistlerle ilk defa nasıl tanıştığınızı, nasıl tesir altında kaldığınızı ve tabii niçin ateist olmadığınızı sorsak, neler dersiniz?
Ben, ateizm diye bir meselenin var olduğunu, -yani felsefi olarak- 17 yaşında lise son sınıfta öğrendim. Ateist bir felsefe öğretmenimiz vardı. Ben felsefe bölümünde okuduğum için, kendisinden her hafta 12 saat ders alırdım. Bize, felsefe derslerinde çok yoğun bir şekilde ateizmi anlatırdı. Diyebilirim ki, birazcık da propagandasını yapardı.
O sıralarda sınıftaki bütün öğrencilerle birlikte, ben de ateist oldum. Bu bize çok enteresan gelmişti. Çünkü, o güne kadar alıştığımız şeylerin dışında bir ufuk açıldı. Üstelik, annelerimiz, babalarımız çoğunlukla ateist olmadığı için bu, onlara karşı gelmenin artı yeni bir unsurunu da teşkil ediyordu herhalde. Ayrıca kişiliğimizi belirlememiz, biz artık büyüğüz, reşitiz ve herkes gibi düşünmek zorunda da değiliz; bize tayin edilmiş olan kalıpları reddedebilecek güçteyiz dememizi ispatlamak açısından fevkalade cazip gelmişti.
O yıl boyunca birbirimize sürekli olarak ateist yazarları anlatır ve onlar tarafından yazılmış kitapları okurduk. Bunlar üzerinde tartışmalar yapardık.
Ben de o günlerde kendimi ateist zannederdim. Dolayısıyla bu tartışmalara katılırdım. Fakat, şöyle psikolojik bir durumla da karşılaşırdım: “Allah yok!” dediğim zaman, içimde müthiş bir korku oluşurdu. Bu korkumu da arkadaşlarımdan gizlemeye çalışırdım. Hatta bazen Allah’ın yok olduğunu ileri süren en ateşli konuşmalarımda, içimden, “Beni affet” diye de seslendiğim olurdu. Ama ne var ki, gruba uymak lazımdı. Dolayısıyla uzun zaman bu tartışmaları çok ateşli bir şekilde sürdürdüm.
Fakat daha sonraları düşündüm ki, madem ki, olmadığına inandığım bir varlığın beni cezalandırmasından korkuyorum; o halde demek oluyor ki ben, olmadığını ileri sürdüğüm varlığın var olduğuna mantıken inanıyorum. Çünkü korkuyorum. Halbuki olmayan bir şeyden korkulmaz ve dolayısıyla ateistlikten vazgeçtim.
Her ne kadar ondan sonra da, çok sayıda materyalist felsefeyi savunan kitaplar okumuşsam da, materyalist teorileri mesleğim gereği incelemek durumunda olmuşsam da, bir daha hiçbirinin tesiri altında kaldığımı hatırlamıyorum. Dolayısıyla ateizmin üzerimde kalıcı bir etkisi olmamıştır.
Efendim, açıklamalarınıza bakarak, ateizmin genellikle belli yaşlarda insana daha cazip geldiğini, belli yaşlardan sonra da tesirini yitirdiğini ve bütün cazibesini kaybettiğini söyleyebilir miyiz?
Elbette ki Allah, insan, toplum, gibi önemli konulardaki tartışmalar genellikle genç yaşlarda olur. İnsanlar genç yaşlarında, her şeyi yeni keşfetmiş olmanın verdiği, adeta zihnî ve fikrî bir sarhoşluk ve mutluluk içindedirler. Bu konuları o yaşlarda tartışırlar, düşünürler. Evet, gerçekten de Allah, toplum, din, iman, evlilik, ölüm gibi böyle insanoğluna fevkalade yoğun bir şekilde tesir eden, onu belirleyen ana temalar, o yaşlarda gündeme gelir. Bu konular içerisinde tabii ki, öncelikle Allah da vardır. Dolayısıyla evet, haklı olabilirsiniz, bu tür tartışmalar, tabii genelde söylüyorum, belirli bir yaş grubuna özgü tartışmalardır. Genellikle insanlar belirli bir yaştan sonra bu meseleyi halletmişlerdir. 50-60 yaşına gelmiş gerçek bir ateist için de, artık bu bir mesele değildir. Çünkü ateist de o yaşa kadar inancını çoktan halletmiş olmalıdır. Affedersiniz ama bu, cinsellik gibidir. Buluğ çağındaki insan, cinselliği konusunda çok büyük araştırma ve tartışmalar yapar. Kadın nedir- erkek nedir? Ben bir kadın mıyım? Kadınsam ne şekilde yer almalıyım? Bunlar, buluğ çağndaki bir insan için normal, sıhhatli ve sempatiyle karşılanacak olan bir durumdur. Ama bütün bunlar 40 yaşına gelmiş olan biri tarafından tartışılıyorsa, bu regresif bir durumdur.
André Maulraux’un, ’21. asır spiritualist bir asır olacaktır veyahut da var olmayacaktır’ diye bir sözü var siz. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Ya da bu sözü nasıl yorumlarsınız?
Biliyoruz ki, Malraux gençliğinde, en güzel romanlarını yazdığı çağında materyalist bir yazardı. Tamamıyla Allah’ın varlığını inkar eden bir kişiydi. Daha doğrusu Malraux için böyle bir şey problem değildi. Yani, Allah’ı inkar etmenin dışında, Allah’la meşgul değildi. Böyle bir problematik içindi bulmuyordu kendini. Tavır olarak da materyalistti. Bu noktada Malraux’yu birazcık Nietzsche’ye benzetmek mümkündür. Nietzsche: ‘Tanrı ölmüştür’ diye haykırdığı zaman, bu mutlak surette Allah’ın varolmadığını ilan etmek için değil; bir tavır, bir reaksiyon, insanın tek başına üstün bir varlık olduğunu kanıtlayabilme gayesini taşıyan bir haykırıştı. Ben André Malraux’un bu sözlerini, Fransız televizyonunda yapmış olduğu ’20. Yüzyıl’ başlığı altında son derece bir dizi programında izledim. Malraux, sanırım 1970’lere doğruydu, diyordu ki:
“İnsanlık bir manevi güç arayışı içindedir. Çünkü materyalist bakış açısı bir kuruluk getirmiştir; duygu yönünden insanlığı yıpratmıştır, bir boşluk meydana getirmiştir. İnsanlık bu boşluğu giderme çabasına giriyor. Ama nasıl giderecek?”
Evet, insan bir boşluk içindedir ve bu boşluğu gidermesi gerekiyor. Fakat, nasıl giderecektir? Tabii ki manevi alanda birtakım arayışlar içerisine girerek. Fakat Malraux diyordu ki, bu manevi arayış çabası artık 20. yüzyılın sonunda ve 21. yüzyılda, alışılagelmiş olan kiliseler aracılığıyla olamayacaktır. Çünkü biliyoruz ki batı toplumlarında her ne kadar Hıristiyanlık çok büyük bir ağırlık teşkil ediyor ve bütün haşmetiyle (yani hala kültürü, medeniyeti, psikoloji tesiri altında tutuyorsa da), artık ibadet bakımından eski bağlılık kalmamıştır. Bu bakımdan Malraux, ibadetler ve dini pratikler açısından bir geriye dönüşün mümkün olmadığını ileri sürüyordu. Diyordu ki, manevi alandaki arayışlar, yeni yeni dinler, yeni yeni meslekler şeklinde kendini gösterecektir. Ya da bu arayışlar, Batı dışı toplumlara ait olan dinlere intikal etme şeklinde olacaktır.
Malraux bir bakıma siyasetçi idi. Fakat o, asıl bir düşünce adamı ve romancıydı. Kesinlikle bir sosyolog değildi. Ancak, keskin bir gözlemci ve büyük hassasiyeti olan bir insan olduğu için, din sosyolojisinin bütün tespitlerini, bu sözleriyle adeta özetlemiş oldu. Gerçekten de bakıyoruz ki, en gelişmiş toplumlarda sınırsız sayıda dinler adeta türemiştir. Hippicilik dahi bu arayışın belirtisini gösteriyor. Çünkü, hippicilik içinde Zen ve Budizm gibi unsurlar mevcuttur. Dolayısıyla Malraux’un bu tespiti toplumlar içerisinde realiteye doğrudan doğruya uygun bir tespittir. Tabii bu tespiti Malraux, özellikle ve öncelikle Batı için ileriye sürmüş bulunuyordu. Fakat bu tespitin bizim toplumumuz açısından da doğruluğunu ileri sürersek, çok yanılmış olmayız. Türkiye’de uzun çok uzun yıllar, insanlar sistemleştirilmiş bir dini terbiyeden uzak kaldılar. Bu da Türk insanında büyük bir boşluk meydana getirdi.
Enteresandır ki, çok genç yaştaki kuşakların dine yönelişi söz konusudur. Halbuki, psikolojik olarak insanlar genellikle yaşlandıkça dinlerine sımsıkı bağlı olurlar. Bu genel prensibin tersine olarak bizde dine yönelen bu genç kuşakların özellikle kent kesiminde anneleri, babaları dine karşı, oldukça mesafeli bir tutum içindedirler. Bu ana-babalar, 35-50 yaş grubundadırlar. Dine karşı oldukça mesafeli duran bu insanların boşluğun farkında olarak, ya da olmayarak hissedip, dine karşı büyük bir merak ve büyük bir bağlılık göstermektedirler. Dolayısıyla da, farklı ortamlar içinde olmamıza rağmen, Malraux’nun tespiti doğrudur. Yani 21. yüzyıl, maneviyatçı akımların daha önceki yüzyıla oranla çok daha güçlü ve çok daha kapsamlı olacağını gösteriyor.
Genellikle hep batı toplumlarında göze çarpan ateizmin insan ve toplum üzerindeki etkilerini nasıl açıklarsınız?
Toplum üzerindeki tesirlerini açıklamam çok güç. Çünkü ateist bir toplum yok. En ilkel toplumlardan, en gelişmiş olanlarına kadar bütün olarak, ateist denilebilecek bir toplum yoktur.
Antropolojinin sahası olan toplumlara baktığımız zaman, tabii bizim anladığımız manada bir Allah inancı belki yoktur, ama orada bir Yaratana, bir tabiat üstü kudretin varlığına inanılmaktadır. Bunun adı bir totem olabilir, veyahut da başka bir şekilde zuhur edebilir. Dolayısıyla ateizm toplum üzerinde ne gibi bir tesirde bulunuyor, on bilmeme imkan yok. O halde, ancak olmayan bir şey üzerinde tahminler yürütülebilir. Ama insan ve tabii fert üzerindeki tesirleri konusunda bir şeyler söylenebilir.
Elbette ki ateizm, Tanrıtanımaz kişi üzerinde çok yıpratıcı olmakla birlikte, aynı zamanda bir bakıma da yücelticidir. Çünkü ateist olan kişi, kendisini fevkalade güçlü hissetmektedir. Yani burada diyalektik durum ortaya çıkıyor. Bir yandan ateist olan kişi kendisini çok güçlü hissediyor. Yani boyun eğmesi gereken, sözlerine itaat etmesi gereken, kendisi dışında ve kendisinden üstün hiçbir kuvvet yoktur. Ne mutlu ona (!). Kendisi gayet mağrur, dik, hür bir kişi. Tıpkı çocuğun babasına başkaldırışı gibi. Asi gencin babasını yok etmek isteyişi gibi, kendisi de hürriyetine kavuşmuş ve Allah’ı yok etmiş. Fakat tabii bu diyalektik grubun diğer cephesi de var. O da büyük bir boşluk. Çünkü insanlar ateist olsalar da, olmasalar da ölüyorlar. Hiçbir ateist ölümü engelleyebilmiş durumda değildir. Tabii, ateist kişinin öbür dünya inancı da otomatik olarak yoktur. Çünkü Allah’a inanmaz. Allah’a inanmamanın bir koroneri de, öbür dünya kavramının ortadan kalkmasıdır.
Şimdi bir madde olarak teminki durumda fevkalade güçlü olan ateist şahıs, yine madde olarak bu defa ölümüyle birlikte yok oluyor. Bu, psikolojik olarak aslında çok yıpratıcı, karamsarlığa itici, birtakım bunalımlara düşürücü bir durumdur. Bir insanın bu ıstıraba dayanması çok zordur. Nitekim bakıyoruz ki, bazı münferit vakalarda, hayatı boyunca adeta bir militan gibi ateizmi savunmuş olan kişiler, yaşlandıkları zaman tereddüt etmeye başlıyorlar ve vakit bulurlarsa mü’min oluyorlar.
Kaynak: A. Vehbi Vakkasoğlu, Zafer Derg., Eylül 1993, sayı: 201, s. 28-31.
2 Comments
dinler gereksiz oluşumlar, acilen kurtulmak gerek.
engelleyen mi var seni… sen zaten nefsinin kölesi olmuşsun, tıpkı benim gibi. yalnız bir fark var aramızda, ben farkındayın ya sen?