Ben, Isfahan’ın Şehristan kasabası halkından bir gençtim. Babam kasabanın hem bilgini, hem de başkanıydı. Beni çok severdi. Öyle ki, genç bir kız gibi evden çıkmama bile müsaade etmezdi. Atalarımızın dini olan ateşe tapmakta ileri gitmiş, hiç sönmeyen kutsal ateşin yakıcısı mertebesine yükselmiştim.
Kasabanın kenarında büyük bir çiftliğimiz vardı. Bir gün evde işi çıkan babam beni çağırttı. Çiftliğe gidip bazı işler görmemi emretti ve şöyle dedi:
“Sakın eve dönmekte geç kalmayasın. Aksi takdirde bana çiftliğimi unutturur, her işimi alt üst edersin.”
Çiftliğe doğru yürümeye başladım. Bir Hristiyan kilisesinin yanından geçerken içeride dua edenlerin seslerini duydum. Babam beni evden çıkarmadığı için hiçbir şey bilmiyor, bu seslerin manasını anlamıyordum. Merakla içeri girip seyretmeye koyuldum.
Gördüklerim, hoşuma gitmiş, dinlerini beğenmiş, bu dinin bizimkisinden üstün olduğuna kanaat getirmiştim. Babamın çiftliğine gitmeyerek akşama kadar orada kaldım. Ayrılırken;
“Bu dinin aslı nerededir” diye sordum.
“Şam’da!” dediler.
Akşam eve döndüm. Gecikince babam kuşkulanmış, beni aratmaya başlamıştı:
“Neredeydin oğlum ? Ben sana ‘geç kalma’ dememiş miydim?” diye çıkıştı.
“Babacığım” dedim, “Yolda giderken kilisede dua eden insanlar gördüm, dualarını beğendim, akşama kadar yanlarında kaldım.”
“Şunu bilmelisin ki oğlum, o dinde hayır yoktur. Senin ve atalarının dini daha değerlidir.” dedi. Ben de :
“Hayır” dedim, “Yemin ederim ki o, bizim dinimizden hayırlıdır !”
Babam durumdan endişelenmiş, ayağıma zincir vurdurarak beni hapsetmişti.
Kilise mensuplarına gizlice haber göndererek dinlerini kabul ettiğimi bildirdim ve Şam’dan herhangi bir kafile geldiği zaman beni haberdar etmelerini rica ettim. Bir müddet sonra, bir ticaret kervanının geldiğini haber verdiler. Kervanın Şam’a döneceği gün ayağımdaki zinciri koparıp attım, gizlice kervana katıldım. Şam’a vardım. Orada bu dinin en büyük bilginini sordum, kilise papazına haber verdiler. Gittim, Hristiyanlık dinini sevdiğimi, kendisine hizmet etmeyi ve beraber dua edip feyiz almayı istediğimi söyledim, kabul etti.
Şam’daki bu papaz aslında kötü bir adamdı. Dindaşlarını Tanrı rızası için mali yardımda bulunmaya teşvik eder, fakat biriken paraları fakirlere dağıtacağına kendisi için saklardı. Bu yüzden ona çok kızıyordum. Nihayet öldü. Dindaşları onu gömmek için toplandıkları zaman:
“Bu papaz, kötü bir adamdı. Size mali yardımda bulunmayı emreder, fakat getirdiklerinizi kendisi için saklar, fakirlere hiçbir şey vermezdi” dedim.
Onlara paraların yerini gösterdim. Altın ve gümüş dolu sekiz testi bulup çıkardılar. Bunu görünce :
“Ant olsun ki bu herifi gömmeyeceğiz” diyerek onu bir yere astılar ve taşa tuttular.
Yerine başka birini getirdiler. Bu çok iyi bir insandı. Ondan daha faziletli, daha zahid ve daha dürüst bir kimse görmemiş, o zamana kadar hayatımda kimseyi onun kadar sevmemiştim. Epeyce bir müddet yanında kaldım. Nihayet ölüm döşeğine düştü. Dedim ki:
“Ben senin yanında bulunuyor, hayatımda en çok seni seviyordum. Şimdi ise görüldüğü üzere sana ilahi emir gelmiş bulunuyor. Beni kime havale eder, ne yapmamı uygun görürsün?”
“Vallahi oğlum, tuttuğum yolu takip edecek bir kimse bilmiyorum. İnsanlar hep yoldan çıkmış, hallerini değiştirmiş, dinlerinin çoğu hükümlerini terk etmişler. Yalnız Musul’da bir adam var, ona gidersen iyi yaparsın…” dedi.
Papazın vefatından sonra Musul’a gittim, oradaki rahibe hizmet etmeye başladım. Fakat çok geçmeden o da öldü. Aynı şekilde onun da ölümünden öncesi tavsiyesiyle Nusaybin’deki bir rahibin yanına gittim. Bunun da vefatından sonra Diyarbakır Rahibinin hizmetine girdim. Bunların hepsi de iyi insanlardı.
Diyarbakır’daki rahip de son nefeslerini yaşıyordu. Kendisine bana ne tavsiye ettiğini sordum. Şöyle cevap verdi:
“Bizim tuttuğumuz yolu bugün bir kimsenin bulunabileceğini sanmıyorum. Yalnız İbrahim aleyhisselamın dini ile gönderilecek yeni bir peygamberin zamanı çok yaklaşmıştır. O, Arap topraklarında ortaya çıkacak ve iki taşlık arasındaki hurmalık yere hicret edecektir. Orada belirgin alametler vardır: Hediye kabul eder, fakat sadaka malından yemez. Onu görünce tanırsın. O memlekete gitme imkanına kavuştuğun zaman hiç durmamalısın.”
Rahip öldü. Aradan bir süre geçtikten sonra Diyarbakır’a Kelb kabilesinden bir ticaret kafilesi geldi. Yanımda bulunan sığır ve koyunları kendilerine vermeme mukabil beni Arabistan’a götürmelerini teklif ettim, kabul ettiler. Beraber yola çıktık. Medine civarındaki Vadi’l-Kura mevkiine gelince sözlerinden caydılar, beni bir Yahudiye köle diye sattılar.
Ben bir köleydim artık. İsfahan’ın asil ve zengin ailesinin biricik evladı, babasının bakmaya bile kıyamadığı ben Selman, adi bir köle yerine konulmuştum.
Vadi’l-Kura’daki efendimin köyüne doğru ilerlerken gördüğüm hurmalıklar bana, Diyarbakır Rahibinin söylediği yerin burası olabileceği ümidini verdiyse de çok geçmeden yanıldığımı anladım.
Bir gün, Medine’deki Kurayza Oğulları kabilesinden bir adam geldi, efendimin amcaoğluydu. Beni satın alarak Medine’ye götürdü. Şehri görür görmez rahibin tarif ettiği yer olduğunu hemen anladım. Medine’de uzun yıllar kaldım. Bu esnada Rasulullah ortaya çıkmış, Mekke devrini geçirmiş bulunuyordu. Ben ise kölelik meşgalesiyle yıllarımı geçiriyor, hiçbir şeyden haberim olmuyordu. Nihayet nebi Medine’ye hicret emiş.
Bir gün ben efendime ait bir hurmanın tepesinde iş görüyor, kendisi de hurmanın gölgesinde oturuyorken, amcaoğullarından biri geldi. Şöyle söylüyordu:
“Allah kahretsin şu Medine’li Arapları ! Şu anda Kuba’da toplanmışlar, peygamber olduğunu söyleyen Mekke’li bir adamla anlaşmaya çalışıyorlar !”
Bu sözleri duyar duymaz heyecandan titremeye başladım. Neredeyse ağaçtan düşecektim. Hemen aşağıya indim. Efendimin amcaoğluna aceleyle:
“Ne diyorsun, ne anlatıyorsun?” diye sordum.
Efendimi kızdırmış olacağından ki var gücüyle beni tokatladı ve :
“Sana ne oluyor, sen ne karışıyorsun? İşine bak!” diye azarladı.
Kendimi toparlayınca:
“Hiç. Duyduğum bir haberin aslını sormak istedim…” dedim. Bir şey sezdirmeden işime döndüm.
Akşam olunca yanımda bulunan öteberileri toplayarak Kuba yolunu tuttum. Etrafını saran arkadaşlarıyla sohbet etmekte olan Mekke’li zatın yanına giderek şöyle dedim:
“Senin iyi bir insan olduğunu duydum. Yanında ihtiyaç sahibi arkadaşların da varmış. Sadaka için biriktirdiğim şu yiyeceklere sizi layık gördüm buyurun!”
Yiyecekleri önüne koydum. Arkadaşlarına “Buyurun, yiyin” dedi, fakat kendisi yemedi. Kendi kendime:
“Bu, birinci alamet” dedim. Geri döndüm. Mekke’li zat Medine’ye vardıktan sonra yine bir şeyler tedarik ederek yanına vardım ve:
“Anladım ki sadaka yemiyorsun, bu getirdiğim gönlümden kopan bir hediyedir, sunu sunuyorum” dedim.
Hem kendisi yedi, hem de arkadaşlarına yedirdi. Kendi kendime:
“Bu da ikinci” dedim. Geri döndüm. Bir süre bekledikten sonra tekrar şerle geldim. Arkadaşlarından birinin cenazesine katılan bu Mekke’li zatı Medine kabristanında buldum. Kendisine hayat hikayemi anlattım. Hayretle dinledi ve ashabının da duymasını istedi. Allah’a şükür, Müslüman olmuştum.
Aradan yıllar geçti. Kölelik meşgalelerim Bedir ve Uhud savaşlarına katılmama engel olmuştu. Nebimiz tazminat ödemek suretiyle efendimden hürriyetimi istememi tavsiye etti. Ben de 300 hurma fidanı dikip yetiştirmek ve 40 ölçü gümüş ödemek suretiyle hürriyetime kavuşmak üzere efendimle anlaştım. Hz. Peygamber, ashabına bana yarıdım etmelerini emretti. Herkes temin edebildiği kadar fidan getirdi. Nihayet üçyüze tamamlandı. Rasulullah’ın emriyle çukurları kazdım. Kendi mübarek emriyle 300 fidanı dikti. Hiç biri kurumamış, hepsi tutmuştu. Fakat 40 ölçü gümüş borcum duruyordu. Nihayet nebimize tavuk yumurtası büyüklüğünde altın karışımı bir maden getirilmişti.
“Şu İranlı garip ne yaptı?” diye sormuş ve çağrılmamı emretmiş. Gelince:
“Selman, şunu al da borcunu öde” dedi. Ben de :
“Buncacık şey borcumun ne kadarını öder ki?” dedim.
“Allah seni borçtan kurtaracaktır” buyurdu. Aldım. Borcuma mukabil tartıp denkleştirdim. Borcumu ödemiş, hürriyetime kavuşmuştum.
İslam tarihinde İslam’ın oğlu Selman (Selman İbnu’l-İslam) ve fazilet kaynağı Selman (Selmanu’l-Hayr) diye de anılan Selman-ı Farisi hürriyetine kavuştuktan sonra nebimizin bütün savaşlarına katıldı. Hicretin beşinci yılında (627) Kureyş ile Mekke yöresindeki diğer Arap kabileleri birleşip de Müslümanlığın yatağı olan Medine kapılarına dayandıkları zaman şehrin etrafını hendek kazmak suretiyle müdafaaya geçmeyi teklif eden Selman olmuştu. Selman’ın bu görüşünü Rasul-i Ekrem benimsedi ve hendeğin kazılma işini Mekke’li Müslümanlarla Medine’li Müslümanlar arasında taksim etti. Fakat Muhacirlerle ensar arasında bir anlaşmazlık çıkmıştı. Her biri ‘Selman bizdendir’ diyordu. Ashabın bu kadirşinaslığını gören Rasullah:
“Selman bizdendir. Selman peygamber ailesindendir” buyurdu.
Düşman ordusu Medine’ye yaklaşıp da hendeği görünce şaşırmış, ordu başkomutanı Ebu Süfyan:
“Bu, Arapların bilmediği bir savaş taktiği!” demekten kendini alamamıştı.
Taif kuşatmasında da (630) düşman kalesine mancınıkla taş fırlatma taktiğini icat eden yine Selman’dı.
Selma-ı Farisi’nin hayat hikayesinde hak dini araştırma uğrunda görülen bu azim ve mücadeleyi Rasul-i Ekrem şöyle ifadelendirmişlerdir:
“Hak din, Ülker yıldızının yanında bile olsaydı, Selman oraya ulaşırdı.”
Selman-ı Farisi ilim, takva ve tevazuu ile meşhurdu. Hz. Ömer, hilafeti devrinde ona sormuş:
“Selman, ne dersin ? Ben bir kral mıyım, yoksa gerçekten bir Peygamber halifesi mi?”
“Eğer Müslümanların topraklarından, bir dirhem kadar bile olsa, vergi alır da yerinde kullanmazsan seni halife değil, bir kralsın” cevabını verdi. Bu etkili cevap karşısında Halife Ömer kendini tutamayarak ağlamaya başlamış.
Hz. Ali’ye, Selman-ı Farisi sorulmuş. Cevaben demiş ki:
“Öyle Lokman-ı Hakim gibi bir zatı başka nerede bulursunuz? O, bizdendir, ehl-i beyt olan bizlere mahsustur. İlk ilmi de, son ilmi de kavramış; ilk kitabı da, son kitabı da okumuş. Dibi bulunmayan bir deniz…”
İslam tarihinde daime derin hürmetle anılan, hayatı Müslümanların dilinde efsaneleşen, sabrın, ümidin, sarsılmaz azmin örneği, Rasulullah’ın sevgilisi, Selman-ı Farisi hicretin 35 veya 36. yılında (655-656) fani hayata veda ederek, “Cennet üç kişiyi arzular: Ali, Ammar ve Selman.” tarzındaki müjdesini gerçekleştirmiştir.
Kaynak: Bekir Topaloğlu, İslam Tarihinden Yapraklar, 3. bsk., Nesil Yay., İstanbul 1993, s. 172-180.