Tasavvufta Kılık-Kıyafet
İslâmiyet, Allah katında sınıf, ırk, renk ve mevki üstünlüğü olmadığını belirtmiştir. Tek üstünlük ölçüsü olan takvanın ise elbiseyle, dış görünüşle ilgisi yoktur (Kur’an, Hucurat [49] 13).
Fakat saadet devri bitip fetihlerin getirdiği refah, şımarık bir sınıf türeyince bu şımarıklığa katılmayan gönül erleri, kendilerine tamamen farklı bir dünya kurmak zorunda kalırlar. Servet ve refahın azdırdığı Emevilerin, dünya perestliğine karşı zühdü seçen bu ‘gönül sınıfı,’ dış görünüşlerini genellikle sûf (yün) giyerek seçkin hale getirirler (Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an ve Sünnete Göre Tasavvuf, 17-18).
Arapçadaki sûf sözcüğünden türetilmiş olan Tasavvuf, İslâm’ın ruhsal yükselişini sağlayan sevgi, merhamet, feragat, hizmet kurumudur… Tasavvufa intisabı olan kişiye sûfi veya mutasavvıf denmektedir. Sûfi yerine derviş tabiri de kullanılır (Yaşar Nuri Öztürk, 500 Soruda İslam, 179).
Tasavvufun başlangıcında, dıştan çok, öze önem verme vardır. İç yolculuk, ruhu, aslı bulma konusu kılık kıyafetle aranamaz. Önemli olan nefsin değil, ruhun penceresini açabilmektir. En güzel elbise takva elbisesidir. İnsan gönlüyle, safiyetiyle, saf yanıyla kelimelerin bile ortadan kalktığı takva gözüyle baksa, tüm dünya çıplak olsa bile önemi kalmaz. Derviş için giyim konusunda setr-i avret önemlidir. En eski tasavvuf kitaplarında kılık kıyafet ile ilgili bilgi, kurallar bulunmamaktadır.
Tasavvufta zühd, geniş anlamıyla insanın sonsuzluğu-na yardımcı olmayan her şeyin ikinci plana itilmesidir. Her insan bazı şeylere mahrem, bazı şeylerden mahrum olarak yaratılmıştır. Akıllı insan odur ki, mahrem olduğu şeylere sırt dönüp, mahrum yaratıldığı şeyleri elde etmek için didinmez. Tasavvuf, insanın bir numaralı mahremiyeti olarak Allah’a varmayı alır ve bunun dışında kalan mahremiyet noktalarına sırt dönmeyi yani onları ikinci plana itmeyi öğütler. Sufizmin zühd anlayışında tamamen terk yoktur, ikinci plana itme vardır. Sufinin zühdü, şeylere sahip olmamayı değil, sahip olunan şeyleri gönül dünyamızın tanrısı yapmamayı esas alır. Zühd bizi, göğsümüzde iki kalp taşımaktan kurtarır. Bu, ya Allah’tır yahut başka bir şeydir. Sûfi için bu Allah’tır. O halde sûfi Allah dışındaki şeylere karşı zahit (önemsemeyen, küçük gören, sırt çeviren) olacaktır (Yaşar Nuri Öztürk, 500 Soruda İslam, 212).
Derviş, dış yüze, kılığa kıyafete özenmez, maksadı içini mamur etmektir. Yeni ve yumuşak kumaştan elbise giymez, yastığı taş, yatağı topraktır. Ama bu bir dönem içindir. Gün gelir, derviş olgunlaşır ve anlar ki ipek de, aba da fark etmez. Her şey amelle biter, kılık kıyafet hiçbir şey değiştirmez. Dervişliğin kılık ve kıyafetle olmadığını ‘bir lokma, bir hırka’ düşüncesinin artık gerekmediğini idrak eder, bunun bir hâl, bir inanç ve davranışlar bütünü olduğunu cesaretle ilan eder (Metin Akar, Doğumunun 750. Yılında Mektuplarla Yunus Emre, 60).
Sufi kıyafetlerinde genelde manevi semboller bulunmaktadır. Mevlevî semazenlerin başındaki külah mezar taşına, hırkası mezarına, sırtındaki beyaz tennuresi de kefenine işarettir. Onlar, ‘Mutlak Varlık’ olan Allah’ın huzurunda, Allah’a gönül vermiş, O’na ulaşmaya azmetmiş, dünyadan sıyrılmış, gayb aleminin aşk pervaneleridir (Mehmet Önder, Mevlana ve Mevlevilik, 225). Ahilikte müridlere ‘şedd’ bağlandığı ve şalvar giydirildiği halde, diğer tarikatlarda ‘hırkanın’ tercih edildiği görülmektedir. Şedd ve şalvar vücudun aşağı kısmını kuşatan ele, dile, bele hakimiyeti temsil eden bir kıyafet olduğu halde, hırka, gönül başta olmak üzere yücesi ve aşağısı bütün vücudu kaplayan kisve olarak seçilmiştir. Bu yüzden olsa gerek, gençler ve delikanlılar ahiliğe, padişah ve askerler de aynı teşkilatın askerî kolu sayılan yeniçeriliğe kanalize edilmiştir. Hırka giyme derecesine yükselmiş bir derviş için dünyevi herhangi bir işin seyrine müdahale, kaza-yı ilahiye muhalefet telakki edildiği için bir emriyle devletlere savaş açabilecek ve pek çok insanın ölümüne hükmedebilecek bir padişaha giydirilmemiş, yerine şedde ve kılıç kuşatmak suretiyle onların süfli tarafı dizginlenmiş, ulvî kısmındaki terakki ise kabiliyetlerine terk edilmiştir. Zira hırka giyen bir müridin, değil yığınla insanı, karıncayı bile incitmemesi, ilerlemesi için şarttır (İrfan Gündüz, “Tarikatlarda Tebliğ,” 39).
Fakir dervişlerin ve Kalenderîlerin giydikleri kolsuz ve boyu göbeğe kadar bir kıyafetin ‘Haydarî’ olarak isimlendirilmesi, ilk giyen kişinin ismine izafe edilmesi sebebiyledir. Bunu ilk olarak giyen Dimyat’ta defnedilmiş Kalenderi şeyhi Şeyh Cemaleddin-i Savedi hazretlerinin halifesi olan Şeyh Haydar Hazretleridir. O, nefs mücahedesi için bir kıl çuvalın dip tarafını kesip iki tarafını delerek iç gömleği olarak kullanmıştır. Onun halifeleri de bu şekilde giyinmiş ve bu kıyafeti ‘haydari’ olarak isimlendirmişlerdir. Daha sonra gelen halifeler bu mücahedeye tahammül edemeyip daha yumuşak dokulu çuha, keten, pamuk gibi malzemelerden yapılmış haydarileri dış elbisesi olarak kullanırlar (el-İstanbuli, Tarikat Kıyafetlerinde Sembolizm, 129-130).
‘Hulle’ süslenmek için vücudun üst kısmına yani sırta giyilen bir çeşit giysidir. Arapça, Farsça ve Türkçede aba, hırka, kaba, kisa, bürde, biniş, cübbe, kisve, rida, peşmine, ferace, maşlah, bornoz, kepenek, kaftan ve hil’at gibi değişik isimler alır. Hullenin en üstünü beyaz olanıdır. Çünkü beyaz hulle, tasavvuf ve takvaya uygundur. Ferahlığı seven ve gamsız olan aşıkların giysisi beyaz olur. Siyah olanı, zahidlerin giysisidir. Çünkü onlar daima rahatlıktan uzak dururlar. Rahatlık onların derecesini düşürür. Yeşil olanı, gözün nurunu artırır. Çünkü yeşil hulle cennet giysisidir. Sarı hulleyi İmam Hasan zehirlendiği vakit giymiştir. Kızıl olanını İmam Hüseyin Kerbela’da giymiştir. Mavi rengi ise zındıklar ve münafıklar giymiştir. Şeyhler müridleri hakkında gördükleri zuhurata uygun nurun renginde giysi giydirirler. Eğer giysiye güç yetmez ise salikin hırkasına o renkte bir parça dikilir. Salik nefsini terbiye için onunla mücadele eder ve kara hulle giyer. Eğer nefsini tepelerse kızıl giyer. Hırsını ve hevesini keser ise sarı giyer. Emare nefsi bırakıp ‘levvame nefse’ ayak basarsa yeşil giyer. İtmi’nan derecesine ulaşırsa beyaz giyer (el-İstanbuli, Tarikat Kıyafetlerinde Sembolizm, 123-124).
Daha sonraları kılık kıyafet meselesi o hale getirilmiştir ki, artık her tarikatın ayırıcı giysisi ‘Derviş Çeyizi’ olarak adlandırılıp, manevi aleme açılmak isteyen sufinin vazgeçilmez araçları haline gelmiştir. Bunda, özellikle Osmanlı toplumundaki giysi kültürü de etkili olmuştur. Çünkü Osmanlı giysi kültüründe her mesleğin ayırıcı bir başlığı ve giysisi bulunmaktadır. Bunun yansıması da tarikatlarda görülmektedir. Çeşitli tarikatlar türlü türlü kaidelere dayandırılmıştır. Her tarikat mensuplarının kendisine özel kıyafet ve elbisesi vardır. Hatta derviş ile şeyh arasında dahi kıyafetçe fark vardır. Bu farklılık özellikle sarıklarda, elbisenin şekil ve tarzında, elbisenin kumaş ve renginde görülmektedir. Şeyhler genellikle beyaz yahut yeşil kumaştan cübbe giyerler. Fakat pek az derviş kumaştan elbise giymeye yetkilidir. Dervişlerin alelade elbisesi bir tür keçe olan abadandır (James Goodwin, Eski Türk Kıyafetleri ve Güzel Giyim Tarzları, Resim 30).
Tarikatlarda kullanılan ayırt edici bazı başlıklar ve özellikleri şöyledir: Kadirî tarikatının Özbekî ve Kalenderî kolunda kullanılan Seyfî Tac’ın anlamı, tevhit kılıcıyla nefsi kesmek murat edilmiştir (el-İstanbuli, Tarikat Kıyafetlerinde Sembolizm, 45). Kadirîye ve Nakşibendiye tarikatlarında kullanılan 5 terkli tac, İslâm dininin 5 şartını simgeler (el-İstanbuli, Tarikat Kıyafetlerinde Sembolizm, 68). 6 terkli tac ile vahdet sırrına aşina olmak için istenilen 6 şart kast edilir: Az yemek, az uyumak, az konuşmak, devamlı zikir, düşünceleri önlemek ve tam fikir (el-İstanbuli, Tarikat Kıyafetlerinde Sembolizm, 70-71). Kadirîye tarikatının Eşrefiyye kolunda 7 terkli tac, ‘Edeb’ kelimesinin ebced hesabıyla 7 sayısının karşılığıdır (el-İstanbuli, Tarikat Kıyafetlerinde Sembolizm, 72-73). 8 dilimli tac ile Allah’ın 8 sübuti sıfatı hatırlatılmaktadır (el-İstanbuli, Tarikat Kıyafetlerinde Sembolizm, 80). 9 terkli tac, 7 felek ile arş ve kürsinin 9 rakamı vermesinden gelmektedir (Sa’diyye tarikatı) (el-İstanbuli, Tarikat Kıyafetlerinde Sembolizm, 83). 12 dilimli tacı giyen tarikatlar çoktur (Kadirîyye, Rifaîye, Bedevîye, Desukîye, Bektaşîye, Marufîye, Sadıkîye, Resmîye). Bunun anlamları ise bir hayli fazladır: ‘La ilahe illallah’ kelimesinin sayısı 12’dir; 12 imamın sayılarına işarettir (el-İstanbuli, Tarikat Kıyafetlerinde Sembolizm, 84-88; Nurettin Sevin, Onüç Asırlık Türk Kıyafet Tarihine Bakış, 49).
Bunun gibi her bir terkin (dilimin) birçok anlamı bulunmaktadır. Bir tarikattaki giyimle ilgili değişim, Mevlevî örneğinde kolayca görülebilmektedir. Mevlevî kaynaklarının verdiği bilgilere göre, Celaleddin-i Rumi’nin ve yanındakilerin özel bir elbisesi yoktur. Rumi’nin giydiği külah zamanının külahı, sardığı sarık bilginlerin sardığı örfî sarıktır. Elbisesi de, devrinde giyilen elbiselerdendi. Celaleddin Rumi’nin (1207-1273) ölümünden sonra, oğlu Sultan Veled (1226-1312), Çelebi Hüsameddin (1225-1284) ve Ulu Arif Çelebi’lerin (1272-1320) azimli çalışmaları ile bir tarikat olarak gelişen ve yayılan Mevlevîlik, zaman geçtikçe giyim kuşamda da yenilik yapmış, diğer mezhep ve tarikatlardan ayrı, fakat onların da tesiri altında kalarak özel bir giyim şekli ortaya koymuştur. İlk anlarda yalnız hırka ve serpuşu (başlık) ile tanınan Mevlevîler, 16. Yüzyıldan itibaren dışarı, merasim ve ayin için ayrı ayrı giyim şekilleri tespit etmiş ve bunlar kutsal birer ifade ile anlamlandırılmıştır (Mehmet Önder, Mevlana ve Mevlevilik, 240).
Demek oluyor ki, tarikatların geliştirdikleri ve bir yığın eksiklik ve yetersizliğin kapatılması için sığınak olarak kullandıkları şekil ve kıyafet ve bunların müdafaasına dair öne sürülen iddia ve rivayetler, gerçekte bir değeri ifade etmemektedir. Bu böyle olduğu içindir ki, daha önce sûfiliğin iki ana unsurundan biri olan melamete bağlı olanlar (Melamiler) yollarında hiçbir merasim ve kıyafete itibar etmezler. Onlar için ne tacın, ne hırkanın ne serpuşun bir anlamı yoktur. Türk irfanının ölümsüz mistik dahisi Yunus Emre bu gerçeğe işaret ederken şöyle der:
“Dervişlik olsaydı taç ile hırka Biz de alır idik, otuza kırka.” (Yaşar Nuri Öztürk, 500 Soruda İslam, 253-254).
Kaynak: Dr. Nurullah Abalı, Geleneksellik ve Modernizm Açısından Kılık Kıyafet, İlke Yay., İstanbul 2009, s. 82-88.