Taşların Duası
Vehbi Vakkasoğlu
İtalyanların İstanbul’daki kültür ataşesi olan bir profesöre, daha önceki görev yeri olan Ghana’da, sazdan yapılmış bir basit caminin zenci Müslümanlarca dolduruluşu ve özellikle minare olarak kullanılan ağaç o kadar etki etmiş ki. Zaman zaman o camiye gider, yüce düşüncelere dalar, şiirler yazarmış.
İstanbul’da da bu duygusunun önüne geçemediğini, özellikle Barbaros Hayrettin Paşa’nın komşusu olan Beşiktaş’daki camide ayın duygularla dolup taştığını hayranlıkla ifade etmişti. Şiirlerindeki mana ise, mü’min ve muvahhid (tek yaratıcıya inanan) bir kalbin duygulu çırpınışlarıydı. Bu dostun sohbetinden kısa bir zaman sonra, Pablo Neruda ile yapılmış bir röportajda da aynı duyguların benzerini görmek, hayli düşündürücüydü. ‘L’Express’ dergisinde çıkan röroptajın ilgili kısımlarında şöyle konuşuyor Neruda:
“Buda, düşüncede büyük bir reforcu idi. Fakat, bu düşüncesinin kuvvetini, bütün dünyayı değiştirecek şekilde kullanmasını bilememiştir. Çok tabii bir şekilde bana belirdi ki ben, en çok İslam’a yakın hissetmekteyim kendimi.” L’Express: “Nasıl oldu bu?” Neruda: “Çok garip bir şekilde. Bir gün tamamen mermer ve beyaz bir camiye girdim. Hiçbir eşya, hiçbir resim, hiçbir heykel yoktu. Dışarısı korkunç sıcaktı. Çok yorulmuştum. Ama az sonra sesler duydum. Kızgın halli Müslümanlar, bana dediler ki: ‘Burada ne yapıyorsunuz? Siz Müslüman mısınız?’ ‘Hayır, değilim.” ‘Hıristiyan mısınız?’ ‘Belki.’ ‘Peki camide ne arıyorsunuz?’ ‘Çok yorulmuştum, oturmak istedim.’ ‘Peki ne yapmak isteriniz orada?’ ‘Belki düşünmek, tefekkür etmek.’ Aralarında bir müddet konuştuktan sonra bana dediler ki: ‘Hakkınız var. Burası Allah’ın evidir ve düşünmek içindir. Siz buraya yine gelebilirsiniz.’ Bu söz beni korkunç heyecanlandırdı. Çünkü dogmasız bir tefekkür anlayışıydı bu. Doğuda kaldığım bütün seneler boyunca bana en çok tesir eden hatıram budur. Davranışlarla yapılan muazzam ayinleri, Kali İlahisi’ni, ölülerin yüzüne ve başına takılan tül ve mücevherleri, boğazlanan hayvanların haykırışını, yollarda akan kan sellerini, sinekleri ve birkaç meteliğe obur rahipleri, dinlerinin karakteristiklerini bilirsiniz. Bunların hiçbirisini hoş bulmamışımdır. Halbuki bu serin ve aydınlık cami bir büyük, bir mavi havuz gibi, içimi huzurla, sükunla doldurdu.”
Reca Carudi (Roger Garaudy), ‘İslam’ın Vaadettikleri’ adlı eserinin bir bölümüne şöyle başlar: ‘Bütün sanatlar camiye, cami de ibadete götürür.’ Dünyaca ünlü bu fikir adamı, özellikle camiyi İslam sanatlarının merkez gücü sayar haklı olarak. Şöyle diyor: ‘Dünya İslam sanatının büyük eserleri üzerinde rastgele gezinen bir göz dahi bu sanatın derin bütünlüğünü ve orjinalliğini anında fark eder. Abidenin coğrafi yeri, yahut yapılışındaki gaye ne olursa olsun, onun maddesinde aynı ruhi tecrübenin yaşadığı derhal anlaşılacaktır. Ben kendi hesabıma büyük Kurtuba Camii’nden Themcen’in küçük mescitlerine, Fes’in Kayruvan’ına veya Kahire’nin İbn-i Tulun Camii’ne, İstanbul’un muazzam camilerinden, İsfehan’ın küçük cennet gibi mescitlerine, Samarra’nın dönen çıkışlı minaresinden, Semarkant’ta Timur Türbesi’ne, yahut Hindistan’da Tac Mahal’in pırıl pırıl yanan sandukalarına; Grenada’nın Elhamra Sarayı’ndan, İsfehan’ın Ali Kapu ve Şehel Sutun Camilerine kadar her zaman bütün bu eserlerinden Allah’ın emri ile aynı kişi tarafından yapıldığı duygusuna kapılırım. İslam sanatı, aynı zamanda hedef alınan gayeyi, temaları, plastik ve teknik kesimleri emir altında tutan bir dünya görüşü ifade etmektedir. Dediğimiz gibi İslam’da bütün sanat, insanı camiye, cami ise ibadete götürmektedir. Taşların duası olan cami, Müslüman toplumunun bütün faaliyetlerinin merkez kuvveti olduğu gibi, aynı zamanda bütün İslam sanatlarının odak noktasıdır. Caminin temel yapısı Hz. Peygamber’in evini hatırlatmaktadır (Roger Garaudy, İslam’ın vaat ettikleri, çev. N. Uzel, 167).
Bu tespit, daha önce de bazı yabancı aydınlar tarafından ifade edilmiştir. Mesela Prof. Dr. J.C. Risler’in de söylediği gibi, Peygamberimizin Medine’ye hicret ettikleri zaman, yerin üstüne bizzat çizmiş oldukları bir plana dayanır cami. İslam aleminin meşhur camileri arasında üslup itibariyle kıtadan kıtaya değişen özellikler bulunduğunu herkes bilir. Fakat anahatlar birdir (İ. Hami Danışmend, Garp Menbalarına Göre İslam Medeniyeti, 66). Arthur Pellegrin, ‘Dünyada İslam’ adlı eserinde bu gerçeği şöyle belirtiyor: ‘Aralarındaki başkalıklara rağmen, bu abideler (camiler) arasında çok açık bir yakınlık havası vardır ve o da üsluplarını ilham etmiş olan İslam geleneğinden doğmuştur.’ (İ. Hami Danışmend, Garp Menbalarına Göre İslam Medeniyeti, 67). Bu cami geleneğinin de temelinde Hz. Peygamber’in yüce ruhaniyetinin bulunduğu, zira ilk modelin bizzat onun eseri olduğu bir gerçektir. Bu gerçektir ki, gönülleri çekiyor. Cami sadece dört duvar değildir. Halis bir ibadetin sinerek ruhlaştırdığı canlı bir organizmadır sanki. Girenlerde bu canlılıktan canlanmakta, zevk ve şevk almakta, İslam’a yaklaşmaktadır.
İslamiyet aleyhinde eser bile vermiş bir meşhur yazar, Ernest Renan‘un şu ifadesi bu açıdan ne kadar enteresandır:
‘Candan etkilenmeksizin ve hatta diyebilirim ki, Müslüman olmadığıma üzülmeksizin bir mescide (camiye) girdiğim meydana gelmemiştir.” Amerikalı şair ve eleştirmen Donald S. Rocwell de cami havası teneffüs edince neler duyduğunu şöyle ifade ediyor:
“.İstanbul, Kudüs, Şam, Kahire, Cezayir, Tanca, Fas ve diğer İslam şehirlerinin cami havasını teneffüs ettiğimde, bende, İslamiyet’i elinde tuttuğu halde kötüleyenlere karşı şiddetli bir reaksiyon oldu.” Caminin cemaatin ve ezanın, Müslüman olmasa da, insanı nasıl çektiğini ve heyecanlandırdığını gösteren bir canlı örnek de, meşhur Alman düşünür ve yazarı Emil Ludwig‘den. 1948’de ölen yazar, içine bir anda doluşan hidayet nurunu şöyle anlatıyor:
“Mısır’ı ziyaretimde bir akşam Kızıldeniz’in kenarında yürüyordum. Birdenbire sessizlik içinde bir ezan sesi işittim. Bütün vücudum Allah korkusu ile ürperdi. Birdenbire içimden Müslümanlar gibi abdest almak, sonra onlar gibi secdeye kapanıp Allah’a yalvarmak arzusu geldi.”
.
Kaynak: Zafer Derg., Mayıs 1987, sayı: 125, s. 20-21.