Tuluyhan Uğurlu: Öze Dönüş Sanatçılardan Başlamalı
Dünyaca ünlü Piyano virtüözü Tuluyhan Uğurlu ile Beylerbeyi’nde sıcak bir kafeterya ortamında bir söyleşi gerçekleştirdik. Tuluyhan Uğurlu mütevazı, cana yakın ve samimi bir Anadolu insanı. Başarılı müzisyen, sahip olduğu öz değerlere bağlılığını hayat tarzına yansıtan ender ünlülerden. Onu Beylerbeyi’nde ya da herhangi bir İstanbul semtinde mütevazı bir kafeteryada çayla simit yerken, sabah saatlerinde çöpçülerle dertleşirken ya da aç kalmış bir sokak köpeğini sokakta şefkatle beslerken görürseniz hiç şaşırmayın. Çünkü o toplumuyla ve değerleriyle barışık bir ünlü. Bir sanatkar. O Tuluyhan Uğurlu…
Siz son harika çocuklardandınız. Ailenizin müzikteki başarınızda büyük katkısı ve teşvikleri olduğunu biliyoruz. Acaba Tuluyhan Uğurlu nasıl bir ortamda yetişti?
Bizim evimiz çok enteresan bir evdi. Cuma sohbetleri olurdu bizim evimizde. Babam edebiyatçı olduğu için babamın arkadaşları gelirdi Cuma günleri. Söyleyim size isimlerini. Metin Eloğlu, Edip Cansever, İbrahim Balaban, Oğuz Tansel, Atıf Özgülen, Necip Fazıl Kısakürek vs.. Cuma günlerini iple çekerdim. Çok sevdiğim piyanomu bırakır onları dinlemeye koyulurdum. Hepsinin farklı dünya görüşleri vardı. Ve ne oldu biliyor musunuz? Hepsinin çok doğru söylediği noktaları kafama yazdım. Her insanın her sözü doğru olmayabilir. Önemli olan doğruları almaktır. Ben işte o masanın senteziyim. Okulda öğrenmediğim şeyleri orada öğrendim.
Önce “Go With God” sonra “Kutsal Kitaplardan Ayetler” şimdi de projeleriniz arasında “Mukaddes Doğunun Mabetleri” var. Tuluyhan Uğurlu bunlarla ne anlatmak istiyor bize?
“Go With God” bir İnka atasözüdür. Hani biz birbirimize ayrılırken “Allah’a emanet ol” diyoruz. Onlar da birbirlerine ‘Allah ile git’ diyorlar, enteresan bir şeydir. Gelelim soruya. Tuluyhan Uğurlu, insanların görüpte görmemezlikten geldiği, duyupta duymamazlıktan geldiği, “Es geçelim yahu, bu şimdi yeni kurulan dünyada bizim pek işimize yaramayan şeylerdir” dediği olguların üzerine basa basa, onlarsız hiçbir şekilde hiçbir yere varılamayacağını ifade ediyor. Tarihini, kültürünü, inançlarını bilmeyen bir bireyin dünyayla entegrasyonunun, kainatla entegrasyonunun mümkün olamayacağının mesajını vermek istiyorum. Tuluyhan Uğurlu’nun asıl amacı bu. Yöresinin, etrafındaki kişilerin, etrafındaki inançların, etrafındaki hayatın, kendi evinin içindekilerin farkında olmayan bir bireyin komşularıyla münasebetlerinin olamayacağının, bunların sağlam temellere dayalı olamayacağının mesajlarını vermeye çalışıyorum. Türkiye’yi bir ev, bizleri de bir aile olarak düşünürsek, kendi ailemizin fertlerinin dünya görüşlerini, yapı taşlarını bilmezseniz, Yunanlıları, Rusları, Suriyelileri, Avrupalıları ya da Marslıları anlayabilecek alt yapıyı oluşturamayız. Hep kopukluklar olur. Biz kendimizi bilmediğimizden, şahsiyet sahibi bir dış politikamız bile olamadı bugüne kadar.
Senfoni Türk adlı eserinizde çok farklı türleri bir arada icra ettiniz. Yani CRR Senfoni Orkestrası, Mehter Takımı ve bağlama-rebab-ney-bendir gibi sazları bir arada kullandınız. Doğu ile Batının sentezini mi oluşturmaya çalışıyorsunuz?
Ben önce yöremi tanıdıktan sonra, kendimi dünyalı olarak görmeyi istiyorum. Bu bir Doğu-Batı sentezi olarak görülebilir. Aslında dünyanın sentezidir. Hatta aslında dünyanın ta kendisidir. Piyano ne kadar şahsiyet sahibiyse, bağlama da o kadar şahsiyet sahibidir. Bunlar insanların icat ettikleri şeylerdir. Bu bir dünya kardeşliğidir. Senfoni Türk’te 100 parça enstrüman çalıyor. Her enstrüman orada bir insandır. Bağlama ile obuanın kardeşliği, udla piyanonun kardeşliği, derken dünya insanına geliyorsunuz. Ancak bu dünya insanı tanımını koyarken kendi şahsiyetimizi de ortaya koyacağız. Bağlama da olacak orada. Orkestranın önünde, bağlama solo çalacak hem de. Bu güne kadar bağlamaya çok hor bakıldı. Dolayısıyla piyanonun yanında o da şahsiyet sahibidir. Senfoni Türk bu.
Gerçek sanatkâr kimseyle yarışmaya tenezzül etmez diyorsunuz. Bu cihetten sanatçı ürettiklerini iddiâ eden yarışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Maalesef, maalesef. Hiç bir şekilde değerlendirmiyorum ve değer vermiyorum. Bu yarışmalar, tamamen bazı kanalların reyting uğruna yaptığı ve insanları boş ümitlerle ve boş vaatlerle kandırdıkları bir sistemin kollarıdır. Bunlar ithal yarışmalardır zaten. Biz bir çok şeyi dışardan getirmeyi çok kolay görüyoruz. Ben öyle yapmam, aksine ben ihraç etmeye çalışırım. Kendin yap ve ihraç et. El alemin yarışmalarının sistemleri elalemin sistemlerine göredir. Bize göre değildir ki. Bizim sistemlerimiz farklı, bizim dünyaya bakış açımız farklı. Toplum olarak biz başka bir yerden geliyoruz. İnsanlar bunun farkında değiller. Yabancı ülkelerde tutmuş şeyler sanıyorlar ki bize de uygun. Mesela kanunları tutup İsviçre’den alıp uygularsanız, işte medeni hâl ortadadır. Biz kanun yapacağız, mesele budur. Sevmiyorum o programları. Sanatkar kimseyle yarışmaz. Sanatkar kendi işine bakar. Bu sırada dünyayı da takip eder. Sanatkarın asıl vazifesi iyi piyano çalmak, iyi resim yapmak değildir sadece. Onlar zaten olacak. Sanatkar nerden beslenir? Elbette toplumdan. Sanatkarın toplumu güzele yönlendirmek gibi bir görevi vardır. Müzik bahanedir, önemli olan insanlığın huzuru ve kardeşliğidir.
Ortadoğulu olmanın zorluğundan bahsediyorsunuz. Bizim kendi değerlerimize sahip çıkamadığımızdan ve şimdi de batıyı taklit ediyor olmamızdan yakınıyorsunuz. Kendi özümüze dönüş sanatçılarımızdan başlamalı değil midir sizce?
Sanatçılardan başlaması gerekiyor tabii ki ama sanatçıların da gerçek sanatkâr olmaları gerekiyor ki bu bilinçte olsunlar. Sanatkâr, tarihle bugünü, bugünle yarını hep birlikte görebilen, kucaklayabilen ve sentezleyebilen ama yeni şeyler üretebilen adamdır. Mozart’ın bir eserini çok iyi çalarsın ama bu sanat olmaz. Kendinizi çalmalısınız.
Biz yeniden sanata dönelim dilerseniz. Johann Sebastian Bach der ki: “Müzikte tek gaye Tanrı’yı hoşnut etmek olmalıdır. Dinine gerçekten bağlı herhangi bir kimse, çok çalışırsa en az benim kadar başarılı olabilir”. Sizin Bach’a özel bir önem verdiğinizi biliyoruz. Size göre müzikte gaye nedir? Bach’a katılıyor musunuz?
Katılıyorum. Sanat bir gayedir ancak asıl amaç insan olmaktır, insan-ı kamil olmaktır. Tasavvufta bu var. Sanatkar insanlara bilgi vermeye ve ışık vermeye uğraşır. Bu bakımdan sanat Allah’a ulaşmanın bir yoludur. Sanatla Allah’a ulaşırsınız. Mimar Sinan yaptığı eserlerle Allah’a ulaşmadı mı? Sanatın derinliklerine indikçe siz de Allah’a ulaşırsınız. Çünkü sanat insana Allah tarafından verilen en büyük lütuftur. Üretme lütfudur. Ya da daha doğrusu kainatta var olan bir şeyi insanların algılayabileceği hale getirmektir. Bilim adamları da öyledir.
Kainattaki güzellikler Allah’ın güzel isimlerinin yansımaları değil midir?
Sanatkar bir aynadır. Sanatkar bu güzel isimleri başkalarına yansıtır. Bu bir nebilik bir peygamberlik makamı değildir ama bir velilik mertebesidir. Onun için sanatkarlara takılırlar bazen, veli mi deli mi diye…
21. yüzyılda insanlar yalnızlaşacak, kendi dünyalarına çekilecek diyorsunuz. halbuki dünya küçülüyor ve globalleşiyor. Bu çelişki neden kaynaklanıyor?
Yalnızlaşmıyor muyuz? Hele yaş biraz ilerlemeye görsün, bireyler yalnızlaşmaya başlıyor. Globalleşiyoruz numarasıyla daha çok bireyselleşiyoruz. Kendi evimiz yurdumuz olmaya başlamız. Sınırı çekiyorsunuz, neredeyse evinize giren adamdan pasaport isteyecek hale geldik. Bunu ülkeler için de düşünebiliriz. Türkiye bir örnek ülkedir. Ortadoğu’nun örnek ülkesidir. Ortadoğu’da Türkiye’siz kimse at oynatamaz. Oynatır gibi görünür ama sonunda yine Türkiye’ye muhtaç olur. Türkiye merkez noktadır. Bu merkezi oluşturan milli, manevi değerler vardır ama aynı zamanda kainatsal değerler vardır. Biz bugün Suriye’de Irak’ta şurada burada yaşayan insanlara şemsiye olmalıyız. Onlara kalkan olmalıyız. Çünkü bizim ta Osmanlı’dan gelen bir demokratik anlayışımız var. İslamın da özünde var demokrasi. Ben Türkiye’den şunu beklerim; benim hayalimdeki Türkiye, Irak’ı, Kafkasları kucaklayan hatta sınırlarını açan ve buradaki halkaları Avrupa entegrasyonuna taşıyan, öncü olan bir Türkiye. O zaman Türk’ün tarihe vuracağı damga ortaya çıkar.
Deprem vakasına Allah’ın gücünün ritmini hissetmek şeklinde bir yorum getiriyorsunuz. Bu farklı bir yaklaşım. Bütün olaylara bu cihetten mi bakarsınız?
“Şehrin Gözyaşları” adlı eserimde bunu anlattım. Deprem günü ben çok ilginç şeyler yaşadım. Sesi dinledim ben. Ben kadere inanan bir insanım. Dolayısıyla aklıma saklanmak ya da kaçmak gelmedi deprem sırasında. Oturup o müthiş sesi dinledim. Deprem Allah’ın sesini ve gücünün ritmini hissetmektir diyorum. Şehrin Gözyaşları adlı eserimde anlattım hislerimi. Bir de şunu anladım o sırada; şimdiye kadar nasıl kandırıldığımızı, nasıl çalınmış çırpılmış olduğumuzu anladım. Ama biz çok çabuk unutuyoruz. Ben unutmadım. Bakın Konya’da da acı bir olay yaşandı. Çabuk unutuyoruz. Bakın şimdi yerel seçimler geliyor. Bu belediye başkan adaylarının hangisinin projeleri arasında deprem var. Yok, ciddi bir çalışma yok. Böyle bir şey olamaz. Dolayısıyla herkes aklını başına almalı.
Ben bestelerimle sonsuzluğa dokunmak istiyorum diyorsunuz. Bazıları ölümü bir son bir yok oluş olarak algılıyorlar, o halde siz böyle düşünmüyorsunuz. Çünkü sonsuzdan bahsediyorsunuz. Değil mi?
Ben tabii ki ölüme bir yok oluş olarak bakmıyorum. Ölümden sonra da hayat vardır elbette. Orada da hayatın bir başka boyutu vardır. Ama biz sanatkarlar için başka bir ölümsüzlük daha vardır. O da adının anılmasıdır. Sanatkar bir karıncadır, kainatı arar, kainatın sırlarını arar. Ve bunlarla ölümsüzlüğü arar. Her insan ölümü yaşayacaktır. Ama sanatkarın ölümden anlamak istediği ölümsüzlüktür. Sanatkar biraz bencildir. O taraflarını insan-ı kamil olma yolunda törpülemeye çalışır. Belki bu özellik de sanatkara Allah tarafından verilen bir nosyondur. Sanatkar ölümsüzlüğü ararken zaten ölümsüzlüğün var olduğunu bilir ama onun isteği bu dünyada da, bu boyut ta da ölümsüzlüğü elde edebilmektir. Bu sanatkarın hoşuna gider.
Kaynak: Röportaj: Umut Yavuz, Yeni Asya Gazetesi, 25-26 Mart 2004 http://www.tuluyhanugurlu.com/umutyavuzrop.htm