Özgeçmiş
Prof. Dr. Yümni SEZEN
1938 yılında Urfa’nın Birecik ilçesinde doğdu. Aynı yerde ilk ve ortaokul öğreniminden sonra 1957 yılında Gaziantep Lisesi’ni bitirdi. 1961 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı çeşitli okullarda öğretmen ve yönetici olarak çalıştı. 1975 yılında İstanbul Ortaköy Eğitim Enstitüsü’nde öğretmenlik yaptı. 1976-1978 yılları arasında İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu Müdürlüğü görevinde buludu. 1985 yılında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne öğretim görevlisi olarak geçti. Bir yıl sonra İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Sosyal Yapı ve Sosyal Değişme Anabilim Dalı’nda Doktorasını tamamladı. 1992 yılında Doçent, 1998 yılında ise Profesör oldu. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde Din Sosyolojisi Öğretim Üyeliği’nden emekli olarak çalışmalarını sürdürmektedir. Evli ve üç kız babasıdır.
Prof. Dr. Yümni Sezen’in en yeni kitabı:
Kitapları
İletişim
yumnisezen [ät] gmail.com
(E-posta adresi, spam postalardan korunmak için bu şekilde yazılmıştır.
Lütfen adresteki boşlukları kaldırıp, [ät] yerine de @ yazınız).
———————————————————————————
Prof. Dr. Yümni Sezen’in yazı ve makaleleri:
Bilim ve dinin çarpıştığı yer, insanın düştüğü yerdir
Cemevleri Bağlamında İbadet ve İbadethane
Demokrasiden parti devletine, parti devletinden mafya devletine
Dünya Ahvalinin Kitabı ve Türkiye Sayfası I
Dünya Ahvalinin Kitabı ve Türkiye Sayfası II
Geçmişten Günümüze Tarikat ve Cemaatlerin Devleti Ele Geçirme Planları
Gelecek Nesillere Tarikat ve Cemaatleri mi Miras Bırakacağız?
Gündemde Tutulan Osmanlı-Türkiye Cumhuriyeti Tartışması
Gündemden düşürülmek istenmeyen halifelik
Müslümanlık ve Arap kültürü meselesi
Yoğun Bakımdaki Türkiye’ye Oksijen Olanlar
——————————————————————————————————————-
Ahlak ve Din-2 – Prof. Dr. Yümni Sezen
Psikolojik altyapılar, ahlakta geçerlidir ama, ahlakta bunları aşan bir tavır olmalıdır. Ancak o zaman ahlak anlamını kazanır. “Allah korkusu”na vurgu yapan İslam bile bunu “Allah rızası” ile aşmıştır. Ancak Allah korkusunu da, Allah rızasını da dikkatli ve doğru değerlendirmelidir. Buradaki korku, bir canavardan, silah çeken birinden, karanlıktan korkmak şeklinde bir korku değildir. Kendisine ceza verebilecek babadan korkmak gibidir. Daha güzel benzetme ana ko kusu gibidir. Bir çocuğun, sonunda yine sığınacağı ana kucağından mahrum kalma korkusudur. Bu kabaca benzetmeler yanında şunlar da söylenebilir. Birini kırmaktan, incitmekten korkmak, sevdiği ve güvendiği birinin sevgisinin ve güvencinin kaybolacağından korkmak gibidir. Allah korkusunda ceza, hemen uygulanan bir motif değildir. O korkuda bu dünyayla sınırlı olmayıp sonsuzlukla birleşen bir korku hali oluşur. Bu, sonsuz geleceğe ait bir hâldir. Buna açılan kapı ölüm korkusu ve ölümdür. Öyleyse bu psikoloji, iman ile ilgilidir. Vicdan ve imanı ilgilendiren bir meseledir. Ne olursa olsun yine de korkudan söz etmekteyiz. Onun için “Allah rızası” bunu aşacaktır. Fakat insan, son derece girift bir varlık, sırlara büründürülmüş bir mahluk olduğu için, Allah rızasını da kendisi için kullanabilir, yani istismar edebilir. İstismarını bertaraf edersek, rızada hiçbir menfaat gözetilmez. Ümit bile hesabedilmez. Aksi halde ahlak ticarete döner. Yarın dünyada, daha büyük şeylere sahip olabilmek için feragate katlanıyorsak, bu, rızaya bağlanmak değil, gelecek ümidine esir olmak demektir. Menfaatini terk ederken, daha büyük menfaatler kazanmayı düşünüyorsak, ustamın* dediği gibi, tüccardan farkımız kalmaz. Ahlak, gelecek içinse, bu dünya hayatını aşmalı, sonsuz geleceğe ait olmalıdır. Ahlak ancak o zaman tamamlanır. Onun için Hz. Peygamber “ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” demiştir.
Peki gelecek ümidinde, ahiret ve cennet saklı değil midir? Korkuda cehennem olduğu gibi. Evet ama oralar, bizim irademizin dışındaki işlere ait bir alemdir. Hepsi Allah’ın vaidi, iradesi içine girer. Bizi niçin yarattı gibi bir sebebe dahildir bunlar. Belki ideal üstü olacak ama, Allah, hiç öbür tarafı yaratmasa bile, ahlaklı olmamızın ticaret dışı sebeplerini bize verecek, bizden isteyeceklerini bizim tabiatımıza (fıtratımıza) koyacak kudrete sahiptir.
Allah korkusu ve Allah rızası algıları ile vicdan muhakemesi ilişkisi, ahlak ve din birlikteliğini bize anlatmış olmaktadır. Allah inancı araya girmeden ahlak olmayacak mıydı? Olacaktı ve olmaktadır da. Ama bu, yukarıda belirttiğimiz gibi, topluma, kanun ve kurallara, düzene uyma mecburiyetinden doğan alt kademede, adına yine de ahlak denen bir bağlılık, yani bir uyum ve itaat olacaktır. Bunu insanın kendi iç düzenine, vicdana bağlayarak, ahlakı anlamlandırmak istedik. Her yer ve her zamandaki insanla birlik kurarak genel-geçer kılmaya çalıştık. Hukuktan, kanunlardan, örf ve adetlerden ayırdık, onların üzerine çıkardık. Ancak şu müphemlikten kurtulamıyoruz. Vicdan, son nokta, son makam, sorumluluğun tek kaynağı olabilir mi? Kimin vicdanı, hangisi diye bir izafiliğe düşme ihtimali yok mudur? Vicdanı kontrol eden akıldır desek, ki öyledir, o zaman ahlakla akıl arasında mutlak bir bağ kurmuş oluruz. Aklı kullanma, ahlak dışılık dahil her yöne doğru çevrilebildiğine göre, bir “üst akıl”a ihtiyaç doğmaz mı? Ahlakta ister istemez sorumluluk doğacağına, sorumluluk mutlaka bir makama karşı olacağına göre, bu zinciri nasıl sonlandıracağız? Vicdanın kendisini sorumluluğun dayandığı makam olarak alsak, yani başka bir makama ihtiyaç yok, kendi kendine karşı sorumludur desek, hangi vicdan diye yan çizmeye başlamıştık. Ayrıca, insanlık okyanusu dışarda mı kalacak? Birine göre vicdan, birine göre tabiat kanunları, birine göre toplum, birine göre insanlık, birine göre Allah, sorumluluk makamı olacak, gerçekte ahlak sahip arayıp bulacaktır. Ahlak insanla ilgili bir konudur ama kendi başına kaldığında işin içinden çıkamıyoruz. Vicdan, insanlık, toplum hepsi insanla ilgili ve insanla sınırlıdır. Kendinin kendisine karşı sorumluluğu bir gerçek ve fakat yetersiz bir gerçektir. Kendi kendine oluşa, felsefede totoloji deniyor. Totolojik durum, doğruluğu kendinden, kendi kendine doğru, aynı yere dönüş anlamını taşır. Ev evdir gibi. Sübjektifliğe açılır. Kendi başına bilgi vermez, başka bir şeye bağlanmadan, kendi kendine bağlanıştır. Halkımızın deyişiyle dön dolaş aynı yere varmaktır. Sübjektifliğe gidince, ahlaki eylemde sorumluluk, şartlardan, menfaatlerden, baskıdan, “desinler”den kurtulamaz, kurtulsa bile boşlukta kalır. Sorumluluk öyle bir makama bağlanmalıdır ki, sonunda totolojiden kurtaran, değişmez, geçiciliğin daha ötesi olmayan, Mutlak Varlık makamı olsun. Buna inanmama halinde, insancıllık, insanlık, insanın tepede bulunduğu insancılık anlamında hümanizm, dayanak ve sorumluluk makamı olmaktadır. Bütün bunlar Mutlak Varlık Allah inancı hariç insanla ve dünyayla sınırlıdır. Her biri veya toptan yok olunca, yokluğun kendisi sonsuz olunca, her şey eşit hale gelmekte, ahlakî olanla olmayan, doğru-güzel olanla olmayan, iyi olanla olmayan farksız, çünkü yok olunca, her şey geçici olmakta ve boşluğa düşmektedir. Din karşıtları, ateistler somutu sevdiklerine göre, esas kriz, soyutsomut meselesinde başlamaktadır. Toplum gerçek, objektif bir varlıktır, fakat insanlık muhayyel bir tasavvurdur. İnsanlıkta fâni olmak, yeterli ise diyecek yoktur.
Toplumsal ve siyasi rejimler din için de ahlak için de önem arz eder
Ahlak ile din ilişkisi bu kadar değildir. Daha birçok boyutu, geniş bir çerçevesi vardır. Klasik toplumsal ahlak anlayışlarında, ahlak toplumdan insana doğrudur. Önce toplum korunmalı ve kurtulmalı, sonra fert. Dinde önce insan kurtulmalı ki toplum kurtulsun. Toplum ahlakı toplumdan başlar, din ve dinî ahlak insandan başlar. Fert olmayınca toplum, toplum olmayınca fert olmaz, doğru ve ilmî bir değerlendirmedir, yani bu iş tavuk-yumurta gibidir, fakat başlangıç noktası önemlidir ve sonunda bir uyuma ulaşmalıdır. İnsandan ve insan özgürlüğünden başlayan din ile de uyuşmalıdır. Toplumdan başlayan ahlak anlayışı, din ile uyumlaşırsa ikisi de böylece insana ait olmuş olur.
Ahlakta da dinde de özgürlük esastır. Fert, sınıf, zümre, rejim baskısı, tahakkümü kalkmadan ahlakın da dinin de hayat bulması zordur. Ahlak yerine zorla uyulması istenen kurallar geçerli olur. Kurallara özgürlük içinde, vicdanî kanaatle uyulursa, ahlakî olur. Dinde de özgürlük esastır. İman etmek için özgür irade gerekir. Bu olmazsa buna, inanma değil, şu veya bu etkiyle inandırılma denir. “Dinde zorlama yoktur” İslamın ilkelerinden (ayet) biridir. Kültür diniyle veya dinin kültürleşmesiyle, din biribirine karıştırılmış olabilir. Dinde sırf şekilcilik, yobazlık dediğimiz daraltma, katılık, dinde gereken özgürlüğün yok olmasına sebep olur. Özgürlükte de birleşen ahlak ile din, biribirini kuşatmıştır. Böylece hem din, hem ahlak tamamlanmış olur.
Toplumsal ve siyasi rejimler, din için de ahlak için de önem arz eder. Siyasi rejimlerde, kişi rejime isteyerek veya istemeyerek uyum sağlamışsa, ahlaki hareket için, rejime bağımlılığı ve onun psikolojik baskısını aşmak zorundadır. Ahlakî hareket “rejime rağmen” olacaktır. Liberal-kapitalist bir rejimde, kişi bunu aşamamışsa, menfaate ve hesaplara uyum ve görev içindedir. Komünist düzende mecburiyete dayalı bir uyum ve görev bulunur. İki rejimde de, ahlakın kendi karakteri ender gerçekleşebilir. Bir toplumda “dünyevî yarın endişesi” ağır basıyorsa, orada ahlakî hareket, ancak kahramanlık özelliklerini taşır. Ahlakî hareketin, kendi karakteristik doğallığının örnekliğe dönüştüğü şekiller, ancak bu durumda kendini gösterir. Gizli veya açık baskılar, beklentilere mecbur bırakmalar, ahlakı da baskılamıştır. Ahlakın iç sebebi, dış sebebine mahkûm olmuştur.
- Hilmi Ziya Ülken.
Yeniçağ Gzt., 26.07.2022
ALTI YAŞINDA GELİN ve İSLAM, Prof. Dr. Yümni SEZEN
Altı yaşında kız çocuğu evlendirilince, gerçekte tecavüz edilince, haklı olarak kıyamet koptu. İster istemez din tekrar gündeme geldi. Bu olayda hukuk, şahsi yükümlülükler, suç, ceza, ayrı kanaldan işler, tabiatıyla işletilirse. Biz gündeme gelen, getirilenlerden söz edeceğiz.
Olanlara bakınca kimileri şaşırıyor, kimileri kendi inançlarını sorguluyor, kimileri inançsızlıklarını desteklediği kanaatiyle olanları fırsat biliyor. Dine uygun ve doğal olduğunu, dinden uzaklaşmış olanların bunları yadırgadığını söyleyenler de yok değil. Gerçekte bunların dinden uzaklaşanların kendileri olduğu ve bunun farkında olmadıkları daha doğru olacaktır. En tehlikelisi de bunlardır. İşin aslını bilenlere gelince, şaşırmıyor ama üzülüyor. Olacağı buydu, tren raydan çıkarılınca, peş peşe kazaların olması kaçınılmazdır. Dinin rayından çıkarılması yeni değil, üç yüzyıllık olaydır. Siyaset din üzerinde korkunç hakimiyetini kurmuş, iktidarlar dini kullanmayı adeta gelenekselleştirmiş, din ticareti yerleşmiş, fıkıh, olur olmaz kurallarla yolu daralttıkça daraltmış, yolcuyu bıktırmış, şekilden şekle sokmuştur. Bunalmış insanlar, özgürlük, din-iman rahatlığı, gönül aydınlığı için ve ahlak önceliği diye, “sûfi” düşünceye ve bunun önde gelenlerine sığınmış, fakat din ve felsefe anlayışı karmaşasında ilerleyen bu süreç, her türlü yararlı ve güzel yanlarına rağmen, kurumsallaşıp dine ortak olmuş, giderek dinin kendisinin yerine geçmiş, nihayet merdiven altına kadar düşmüştür. Ne olduysa, halis, saf, tertemiz, vahiy odaklı dine olmuştur. Müslüman birçok şey arasında sıkışıp kalmıştır. Tebliğ edilen dinin başına gelmeyen kalmamıştır. Şu tarikat ve cemaatler devam ettikçe, cehalet sürdükçe, yamukluklar ne ilk ne son olacaktır.
Altı yaşındaki kızla evlenme-evlendirilme ne yazık ki yeni değildir. Şaşırtıcılığı da geç kalmış bir şaşırtıcılıktır. Dinden fetva almak isteyenler, raydan çıkarılmış dinden fetva almakta gecikmemişlerdir. Küçük yaşta evlendirme, örneklerden biridir. Bunun İslamla ilgisi yoktur. İslam, tabiat kurallarına aykırı bir yöneliş göstermez. Aksini söylemek iftira olur. Bu, isterse Buhari’de yer alsın, ister Taberi’de farketmez. Tabiat kanunları Allahın kanunlarıdır. Sünnetullah, yani Allahın adetidir. Allah kendi kanunlarını çiğnemez. Kanunlarının dışında bir şey yapmışsa, onu açık açık beyan eder. Mucize gibi.
Evlenmenin dayandığı cinsel olay, akıllı olmaya ve buluğa göredir. “Âkil ve bâliğ” olmak, meşhur olmuş bir kuraldır. İki kavram da birbiriyle ilgilidir. Sorumlu olmak, ikisini birleştirir. Hem dini hem dünyevî-sosyal yükümlülüklerin başlangıcıdır. Aklı yerinde olacak, aklı erer, aklı kullanır hale gelecektir. Biyolojik (cinsel) dönüşüm buna eşlik etmektedir. Bunlar olmamışsa evlenme olmaz. Bir deliyi evlendiremeyeceğimiz gibi, bir çocuğu da evlendiremezsiniz. Matematik yaşı, iklime göre değişse de belirli sınırlar vardır. Bu sınırlarda, gelenekler değil, doğal kanunlar ve dinin aslî kaynağı geçerlidir. Gelenekler çoğu kez istismar edilmektedir. Bu konuda da Kur’an’ın temel ilkesi bulunur. “Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu bulamamış idiyseler” denir (Bakara-170). Kadın, kız evlenme yaşı ve ilgili konular için kaynağımıza bakalım. Kur’an “evlilik çağına gelmek”ten söz eder. “Evlilik çağına gelinceye kadar yetimleri gözetip deneyin. Eğer onlarda akılca bir olgunlaşma görürseniz mallarını kendilerine verin…” (Nisa-6). Yetimler üzerinden bütün kız çocukları için kural belirtilmiştir: Olgunlaşmak, aklını kullanabilmek, malın-mülkün, aile kuracaksa ailenin sorumluluğunu yüklenebilmek. Âkıl ve baliğ olmanın da yukarısındadır bu seviye. Olgunlaşmak ve parasını, malını mülkünü kullanabilecek kadar sorumlu olmak. Mallarına el koyabilmek suçu gibi hassas konudan dolayı yetimlerin öne çıkarılması, çocukların olgunlaşma çağını hatırlatmak içindir. Kuralın aksine davrananlar, Allahın kanunlarını çiğnemiş, hem din, hem beşerî kanunlar ve hukuk nezdinde suç işlemiş olur. Altı yaşında kızını evlendiren anne-baba veya çocukla evlenen tarikat mensubunun veya bir başkasının Kur’an’la ilgileri olmadığı bellidir. Bunlar kendi uydurdukları dinin bağlısıdırlar. Rotayı, din değil, menfaat ve benlik tayin etmektedir ve dine de iftira etmektedirler.
Şimdi, fırsatçıların tozu-dumana kattıkları ve örnek verdikleri örneğin aslına bakalım. Hz. Ayşe’nin 6 yaşında nişanlanıp 9 yaşında peygamberimizle evlenmesine gelelim. Çok yazıldı çizildi ama tekrar etmekte fayda var. Hz. Ebubekir Müslüman olduğunda (610) 38 yaşındadır. Kızı Ayşe ile Hz. Peygamberin evlenmesi Medine’ye hicret edildikten bir yıl sonra, 623’tedir. Bu tarihe, inanan- inanmayan hiç itiraz eden yoktur. Hicretten sonra, 622’deki Bedir savaşında, yaralıları tedavi için kurulan çadırda evlenmeden önce Ayşenin görev yaptığı da bilinir. 623’ten 9 ve 6 yaşlar için geriye gidelim. Ayşe’nin 614 yılında doğmuş olması, 6 yaşında, yani 620 de nişanlanması ve 9 yaşında, 623’te evlenmesi gerekiyor. Oysa Ayşe’nin İslamın tebliğinden, yani 610’dan önce doğduğu biliniyor. Bir müşrikin oğlu, mut‘im oğlu Cübeyrle söz kesilmiştir. Bir veya iki yıl sonra, Müslümanlık gelince, evlenecek çocuğun annesi, ben oğluma din değiştiren birinin kızını almam demiş, nişan bozulmuştur. Bu olayın İslamın gelişinden sonra olması mümkün müdür? İlk dört Müslümandan biri ve peygamberin yakın dostu olan Ebubekir’in, müşriklerle mücadeleye başlamış birinin, kızını bir müşrike vermesini akıl ve iz‘an kabul eder mi? Demek ki tarihler yanlış ve saptırılmıştır. Başka bir delile ihtiyaç yoktur ama, utançtan dolayı kız çocuklarını küçükken öldüren Arapların, kızların yaşı konusunda adet haline getirmiş oldukları bir tuhaflığı da ekleyelim. Buluğa kadar öldürülmekten kurtulmuş kız çocukları, o tarihte bir yaşında sayılmıştır. Yani 9 deyince buluğun üzerine eklenmelidir. Ayşe’nin ablası Esma ile ileri yaşlarda ölmeden önce yapılan bir konuşmada, Ayşe’nin yaşının hesap edildiği de tesbit edilmiştir. Sonuçta Ayşe Hz. Peygamberle evlenirken 19-20 yaşlarındadır. Uydurma rivayetlere dayanan uydurma hadislerle veya bazı tarihçilerin aldanışlarıyla, bu gerçek değiştirilemez. Geçmişte ve şimdi doğruları yazanlar elbette oldu. Yanlışlığı ortaya koyan, İslamın hala anlaşılamama talihsizliğine, Hz. Peygamberin büyük devrimini kavrayamayanlara değinen Soner Yalçın, bunlardan biri oldu. Bir kere daha anladım ki, yazar, bilim adamı olabilmek için, ne kadar önemli olursa olsun, zekâ, akıl, bilgi, tecrübe yetmiyor. Olmazsa olmaz bir şeye daha ihtiyaç var: Vicdan. Soner Yalçın böyle bir vicdan sahibi olduğunu göstermiştir. Başka yazdıklarında da aynı şeyi gördüğümü söylemeliyim.
Müslümanların, özellikle aydınlarının, geçmişte de şimdi de sorumlulukları çoktur. Bu sorumluluğu yerine getirememişlerdir. Bu yüzden İslamın başına gelmeyen kalmamıştır. Bu günah, yukarıda zikrettiğimiz kız çocukları ve yaşları meselesinden ibaret değildir. Anlayış kıtlığından, işimize de öyle geldiğinden, gerçekler görünmez kılınmış, yanlış fetvalara, asılsız veya saptırılmış dayanaklara sığınılmıştır. 150-200 yıl sonra kayda geçirilen rivayetlerdeki problemler, ancak bugün anlaşılmaktadır. Zamanında tartışanlar da olmuştur ama bunlar hep perde arkasında kalmış, itibar edilmemiştir. Anlama ve rivayet problemi geçiştirilmiştir. En önemlisi, İslamın Arap kültürünün içine hapsedilmesi, bundan ibaret zannedilmesi, zannettirilmesidir.
Yanlış fetvalar, çarpık bakışlar çoktur da bir misal daha vererek bu konuyu geçelim. “Müzik zinaya yol açar.” İslamı tanıyamamanın ölçütlerinden biri budur. Zinaya yol açanları izah edemeyince, kolay yol bulunmuştur. Oysa, birbirinden ayrılmayan, ruhî üretimi sağlayan üç kültür çekirdeği vardır. Dil-din-musiki. Dil olmadan din, din olmadan musiki, musikisiz din olmaz. Güzel ses ve bununla icra, işin aslını anlatır. Tarikat bağımlısı, maleyani musikiyi kastediyoruz, diyecektir. Hz. Peygamber’in, Hz. Ayşeyi omuzuna alarak duvar arkasından çalgılı çengili düğün ve eğlenceyi seyrettirdiğini bilmiyorlar mı? Hz. Peygamber döneminde, evlenme ve sünnet düğünlerinde, diğer bazı neşe zamanlarında, sahabenin eğlendiği, bu eğlencelerde güzel ses, musiki aleti kullanıldığı, şarkı, def, davul, ud, kaval, oyun, yarış, mizah, şiir, kullanılan usul ve vasıtalar olmuştur ve bunlar hadislerde de geçmektedir (Daha geniş bilgi için bkz. Nebi Bozkurt, Hadiste Folklor, Eğlence, İstanbul 1997, s. 56-131). İslama göre, bir müzik aletinin nağmelerinden çıkanlarla duygu titreşimi yaşanmayan yerde insan yoktur ki Müslüman olsun.
Birbirine saldıran cemaatler ve tarikatlar, İslamı adeta devralmıştır. Uzun hikâye olan geçmişi geçelim, şimdi Türkiye’de 3 milyonu aşan tarikat mensubu var. Tarikat okul ve yurtlarında 300 bin civarında öğrenci var. Devlet, tarikatlara her yıl milyonlarca lira para harcıyor. Gel de çık işin içinden.
Hassas Müslümanı üzen sadece Müslümanlığın ve Müslümanın kamburları değildir. Olumsuz malzeme toplayıp, inançsızlıklarına destek arayanlar, madalyonun öbür yüzüdür. Din karşıtları, zımmen veya alenen, din zaten böyledir, yanlış anlatım bahane edilmemelidir, özü de sözü de bundan ibarettir derler. Müslümanların nasıl bir Müslüman olduğu haklı olarak sorgulanırken, İslamın kendisi sorgulanmaya başlamıştır. Bu haksız ve adaletsiz tutumun, kendisi de bilgisizcedir. Son yıllarda dile dolananlardan biri şudur: Peygamber, Ebubekir’in kızıyla evlendi. 9 yaş yalanını da katarak. Osman ve Ali Peygamberin kızlarıyla evlendi. Peygamber Ömer’in kızıyla evlendi. Ömer Ali’nin kızıyla evlendi. Çok yerde gerçeği açılandığı halde, ısrarla, Peygamber evlatlığının boşadığı eşiyle evlendi. v.s. Öyle bir karmaşa yaratılıyor ki, dalgın olur ve dikkatli davranmazsanız, sanki birbirinin kızını karısını almış gibi kaos oluşuyor. Torunların evlilikleri bile dile dolanmıştır. Önce belirtelim ki bu evliliklerin bir kısmı Hz. Peygamberin vefatından sonra olmuştur. İkincisi, toplumsal, fıtrî, doğal sınırlar da, Kur’an’ın getirdiği sınırlar da aşılmamıştır. Kur’an, evlenilmeyecek yasakları saymıştır. Ana, kız, kız kardeş, hala-teyze, kardeş kızı, kız kardeş kızı, amca, dayı, oğul, süt anne, süt kardeş, kayınvalide, üvey kızlar, üvey anne, evli kadınlar ile evlenilemez (Nisa- 22, 23, 24). Her toplumda, istisnai sapıklıklar hariç, bu sınır korunmuştur. İnsan fıtratındaki ve doğal düzendeki sınırları Kur’an hatırlatmıştır. Sınırlar korunmuştur ama, belli bir niyetin malzemesi olarak bahane edilebilecek bu kadar yakın evlenmeler neden? 7. yy. da Arabistan yarımadasında küçük bir kabile ve topluluktan sözediyoruz. Müşriklerle evlenilemeyeceğine göre, çoğunluk olan müşrikleri de dışarda tutacaksınız. Mekke döneminde Müslüman sayısı (hicrette) 95 kişidir. Medine’de 632’ye kadar, 10 yıl içinde 40-50 bine çıkmıştır. Veda Hutbesi’ndeki sayının 114 bin olduğundan sözedilir ama, bunların çoğu çevreden gelen Müslümanlardır. Özellikle başlangıçta, sınırlar korunarak, evlenme çemberi dardır. Klan, aşiret, kabile nedir, kömünote ve sosyete nasıl işler, bilmeyenler, kasıt da taşıyorlarsa, laf üretip dururlar. Batının geçmişteki feodal düzeni ve olumsuzluklarıyla karıştırma, ihmal edilmemiştir. Bu kurnaz aydınların (!) ustası Turan Dursun olduktan sonra… Engels’e bile sadık kalınsaydı, bu densizlikler yapılmazdı.
Hint’te, İran’da, Yunan’da, Araplar’da, bütün dünyada kadın, bir metadan daha kötü iken, İslam’da kadın, insanlığına ve kişiliğine kavuşmuştur. Bunu yalan ve iftiralarla örülü, aptal ve ahmaklarla desteklenmiş kaynaklardan değil, samimi ehlinden öğrenmelidir. Gerekli bilgiler verilmiştir.
Mevcut bazı halleriyle İslam olmadığı halde, olan bitene İslam diye bakmak, bugün “medeniyet” olmadığı halde mevcuda medeniyet diye bakmaya benziyor. Sigara üretir, paketin üzerine öldürür ha! diye yazarsın, ama üretmeye ve para kazanmaya devam edersin, zina kötüdür der ama onu suç olmaktan çıkarırsın, fuhşun önünü açarsın, evlilikten, soy soptan, şecereden, milli kimlikten bahsedersin ve fakat nikâhsız evliliği desteklersin, bütün kolaylığı gösterirsin. Adaletten sözeder, adaletten her geçen gün uzaklaşırsın, hileyi hurdayı, canbazlığı kandırmayı, entrikayı, adına politika dediğin her türlü “insanî düşüşü” adaletin içine boca edersin. Her şeyi paraya tahvil edersin. Bunların adına medeniyet dersin. Kızına, torununa tecavüz eden baba ve dedelerin, kız kardeşiyle yatanların, medeni (!) dünyada haddi hesabı yoktur. Uzantıları Türkiye’de de boy göstermektedir. Damadıyla kaçan kaynana, internette tanıştığı 15 yaşındaki çocuğa kaçan 4 çocuklu kadın, 4 torun sahibi ve evli anneanne ile kaçan üç çocuk sahibi evli adam, 70 yaşındaki adama kaçan 18 yaşındaki kız, 30 yıllık evli 7 çocuk 4 torun sahibi adama kaçan 25 yıllık evli ve 4 çocuk ve 3 torun sahibi babaanne, yabancı kadınla yaşayabilmek için ve kendisi evli olduğu için, öz babasıyla nikah kıydırtan adam… Daha neler neler, hepsini yazmaya gerek yok (daha geniş bilgi için bkz. Yılmaz Özdil, Sözcü Gazetesi, 14.12.2022). Bunlar iki dine, “özgürlük dini” ile “medeniyet dini”ne göre olanlardır. Zekâsı gelişmemiş olanlar, bizim özgürlüğe ve medeniyete karşı olduğumu zannedeceklerdir. Bunlar ne özgürlüktür, ne medeniyettir. İkisinin de istismarıdır. Tıpkı dinin istismarı gibi.
İstismarlar ve çirkinlikler oluyor diye ne özgürlükten, ne medeniyetten vazgeçeceğiz. İstismar ve çirkinlikler oluyor diye, yani Kitabın dini ile din diye yaşanan birbirine uymuyor diye İslamdan vazgeçmeyeceğiz. İstesek de vazgeçemeyiz. Bir şey doğru ve gerçekse vazgeçme, ancak hayalde olabilir. Yapacağımız şey, cehaleti gidermek, düzenbazlığı önlemektir. Söylenip durmuştur ve işi bilen mütefekkir, filozof, yazar, bilim adamı söylemiştir ki dinsiz toplum ne olmuştur, ne olabilir. O güne göre oldukça medeniyette ileri olan Mısırdaki Firavunlar dönemi, ki aynı zamanda zulüm dönemidir, dini alana mağlup olmuştur. Avrupa, kilise-feodalite zulmünü, engizisyon dönemini yaşadı. Bilim gelişti, akıl dinine kadar değişmeler oldu, çeşitli fikir akımları, ideolojiler gelip geçti, ama dinden vazgeçmedi. İster bozulmuş haliyle, ister kültüre aktarılmış şekliyle olsun, yerinde duruyor. Rusya’da, 70 yıllık din karşıtı siyaset, ideoloji, yönetim, dinsizlik eğitim-öğretimine rağmen, Ortodoks kilisesi yerli yerinde duruyor. Çin’de de öyle, Hint’te de. İnananıyla, inanmayanı ile dini hayat her yerde devam ediyor. Ama bu dediklerimiz, sadece sosyolojik gerçektir, dinin özü, doğru olan, olması gereken gerçeği değildir. Söylediklerimiz aynı zamanda inanmayan birilerini inandırmak için değildir. İnanmanın da inanmamanın da kendine göre psikolojik iklimi vardır. İnanan inanır, inanmayan inanmaz. Bütün delillere rağmen, inanmayan birinin kendine göre akli, tecrübi, bilimsel sebepleri olabilir. Bu, ayrı bir konudur. Ancak yanlışlara, iftira veya saptırmalara, dindarında dinsizinde kurban olmaması gerekir. Doğrusunu bilelim de yine inanmazsak inanmayalım. Bunu demek istiyoruz.
Türk milletinin geleceğini tehdit eden iki uyuşturucudan biri, madde bağımlılığı ile oluşan ve gençleri tehdit eden uyuşturucu, diğeri özünden ve rotasından saptırılmış din anlayışı olan uyuşturucu.
Fethullah Gülenle zirveye tırmanmış bozulma ile, 6 yaşındaki kız çocuğuna tecavüzü din zannetmiş tarikat ve cemaatlerle yaşanan afyonkeşlik yakayı bir kere daha ele vermiştir. Buna karşı gerekenler yapılmadıkça, Türkiye’ye rahat yoktur. Son sözümüz budur.
Yeniçağ Gzt., 26.12.2022
Ana dili ve düşünce (1) – Prof. Dr. Yümni Sezen
Dil ve düşünce diye başlasaydık, klasik ve çokça dile getirilen, felsefenin ve antropolojinin temel konularından biri olurdu. Yine dil ve düşünceyi ele almış olacağız ama hangi dil? Elbette Türkçe. Çünkü cahiller, hainler, karanlığa bürünmüş bazı siyasiler Türk’e ve onun diline sataşıp duruyorlar. Mesela “Bugün konuştuğumuz Türkçe’nin düşünce üretebilmesi mümkün değildir”, diyenler var.
Dilin düşünce ile ilişkisinin en üst düzeyde göstergesi felsefe, din ve sanat- tır. Bakalım: Cumhuriyet döneminde yazılmış felsefe eserleri, 600 yıllık Osmanlı dönemindekilerden çok fazladır diyecektim ama doğruyu söylememiş olurdum. Osmanlı döneminde hemen hemen böyle eser yok gibidir. Cumhuriyet döneminde Batının felsefe eserleri- nin tercümesi, Doğudan yapılan felsefe ve hikemiyat tercümeleri, okullardaki dersleri beslemiş, kütüphaneleri doldur- muştur. Ben rahmetli Ord. Prof. Hilmi Ziya Ülken’in öğrencisiyim. Bize 3 yıl felsefe, mantık ve İslam felsefesi dersleri okuttu. Sokrat’tan Kant’a, Eflatun’dan Max Scheler’e İbn Rüşd’e, İbn Sina’ya, Farabi’ye kadar yüzlerce filozofun felse- fesini, felsefe sistemlerini Türkçe olarak dinledik, yazdık, okuduk. Türkçe olarak düşünmenin bu felsefeler vasıtasıyla en ince ve en yüksek tepelerine kadar tır- mandık. Düşünme disiplinini öğrendik. Kin ve düşmanlık kokan yukarıdaki sözü ve benzerlerini söyleyenler, bu dersleri anlayarak dinleselerdi söyledik- lerinden utanır, yerin dibine girerler miydi? Bunu söyleyemiyorum. Bu kişi- ler de üniversite mezunu olduklarına göre bu ders ve benzerlerini Türkçe ola- rak almışlar ve sınavları vermişlerdir. Hatta bu okumuş cahil ve hainlerin içinden yüksek lisans ve doktora ya- panlar, akademik merdivende yükse- lenler vardır. Bunlar tezlerini yazarken hangi dili kullandılar? Doğru, iyi ve yeterli düşünmeksizin mi bu tezler ortaya çıktı? Bunlar arasından çıkan siyasetçiler ayrı bir alem. Bir insan kin, düşman- lık ve hainlik batağına saplanmışsa benim kullandığım mantık da ne yazık ki geçerli olmamaktadır. Bu işin mantığı da düşüncesi de düşmanlığa ve ihanete mağlup olmuştur.
Dil ile din ve düşünce ilişkisine baka- lım. Eğer düşünce ile anlama arasında- ki beraberlik doğru istikamette ise anla- madan düşünülemeyeceği, düşünme- den anlaşılamayacağı, düşünmeden ve anlaşılmadan inanılamayacağı doğaldır. Bunun için Yüce kitabımız “Siz ne kadar az düşünüyorsunuz” dememiş midir? Düşünme ve anlama kişinin kendi dilinde olur. “Anlayasınız diye Arapça kur’an indirdik.” (Fussilet- 3, Duhan-58), bu demektir. İlk muha- tap Araplardır, Arapça konuşup Arapça bilirler ve Kur’an’ı bu dilde anlayabilir- ler. “Eğer onu yabancı dilden bir kur’an kılsaydık diyeceklerdi ki: … Arab’a yabancı dilden (kitap) olur mu?…” (Fussilet, 44). Sonraki muhataplar kendi dillerinde öğrenip an- layacaklardır. Bundan daha doğal ve doğru bir şey var mı? Böyle yapmak Kur’an’ın aslını bir tarafa atmak, onu yokmuş farz etmek anlamına gelmez ki. İlim sahibi için, araştırmacı için aslı du- rup duruyor. Herkese açık. Bu din yal- nız Arab’ın dini olmadığına göre… Ters istikamette gidersek yani anlamayı he- defe almazsak dini, kumlara gömmüş oluruz, bizim uydurduklarımız din yeri- ne geçer. Kısmen böyle olmuştur. Şimdi bakalım: 600 yıllık Osmanlı dönemin- de, İslam’la ilgili kaç eser yazılmıştır, 100 yıllık Cumhuriyet döneminde kaç eser? Matbaa, teknoloji vb. diyeceksiniz. Toplam kitap sayısını değil cins sayısını ima ediyorum. Belli bir konuda yazılmış eseri tek sayarak Osmanlı döneminde kaç tane, Cumhuriyet döneminde kaç tane bunu kastediyorum. Mesela Kur’an hakkında yazılmış Osmanlı’da kaç eser var? Kaç Kur’an meali var? Osmanlı’da Kur’an meali var mı? Bu din Türk halkına hitap etmiyor mu? Cumhuriyet döneminde sırf dini yayın yapan yayınevlerini göz önüne getirin. Bunlar Türk halkının aydınlanmasına sebep olmadı mı? Türkiye’de bu kadar imam-hatip lisesi, ilahiyat fakülteleri din öğretimini Türkçe yapıyor. Din üzerin- deki düşünce ve anlayışımız azalmış mı oluyor yoksa artmış mı? Kaynaklara in- mek, ilmi araştırma yapmak, bunun için Arapça ya da başka bir dil öğren- mek bu anlama zeminini oluşturduktan sonra başlar.
Sanatta yani estetik ve duygu dün- yasında da anadil ön plandadır. Kara- caoğlan’ın o nefis Türkçe’sinden nasibi- ni alamayanlara ne diyelim. O enfes türkülere (Türk’e ait anlamına gelir) hor bakanlara ne diyelim.
Estetik bazen yalnız kalabilir. Anla- mayı ve yerliliği bir tarafa koydurtabilir. “Haddeden geçmiş nezaket yâl-ü bal olmuş sana” güzeldir ama bazıla- rınca anlaşılır değildir. Güzelliğini iç ahenk ve kelimelerdeki musiki sağla- mıştır.
“Bûydan hoş rengden pakizedir na- zik tenin, Beslemiş koynunda gûya kim gül-i ra’na seni.”
beyiti de böyledir. Bir Mevlevi ayi- ninde metni tamamen Farsça olan söz- leri, o yüksek musiki perdelemiş ve an- laşılmasını umursamaz yapabilmiştir. Ama bu durum gittikçe estetikten uzak- laşıp çirkinleşebilir. Mesela “Biraz za- man bir kelb-i nâtüvan kûşe-i is- tabl-ı viranımda mekan tutup ey- yamda reme-i ağnam ile sahrane- verd ve layâlide av’av’pâş-ı etraf olarak cevanib-i hanmane pira- mengerd idi.” (Hamse-i Nerkisi’den). Bir başkası: “rûy-i âlem hilye-i zi- bay-ı letafet birle hatır-ı fürûz-u sakaleyn olup meşail-i nûr-ı bahş-ı sevâbüt-ü seyyarat sahn-ı zemine bir veçhile nezdik göründü ki saha-i zeminden fürûzan kılınmış meşail-i şâdmani sandım.” (Siyer-i Veysi’den). Bunlar yabancı dil değildir, Türkçe de değildir. Yabancılaştırılmış ve istilaya uğramış Türkçe’dir. Buna Os- manlıca diyorlardı. Gerçekte bu bir dil de değildir. Maskaralıktır. 26 kelimeden birinde 10, diğerinde 4 Türkçe kelime vardır. Birincisi güzel Türkçemizle şunu demek istiyor: Bir zamanlar viraneye dönmüş ahırımın köşesinde zayıf bir köpek yerleşmişti, her gün arazide ko- yun sürüsüyle dolaşırdı. Geceleri evim barkım etrafında hav hav sesleri kaplar- dı. İkincisini de siz çeviriniz, Osmanlıca öğrenmiş olursunuz.
Cumhuriyet döneminde Türkçe ko- nuşan, Türkçe yazan, Türkçe düşünen nice mütefekkir, yazar, edebiyatçı, şair, mütercim yetişti, örnekleri buraya sığ- maz. Aslından daha güzel tercümeler vardır. Mesela Edmond rostand ta- rafından yazılmış manzum bir oyun Cyrano de Bergerac, rahmetli Sabri Esat Siyavuşgil tarafından çevrilmiştir ve çevirisinin aslından daha güzel oldu- ğunu ilgili herkes bilir. İnanmıyorsanız Google’dan açıp sesli olarak dinleyin. Ne kadar temiz ne kadar güzel bir Türk- çe ile sunulduğunu göreceksiniz. İftirayı sevenler bu güzellikleri tanıyamamışlar- dır. Yunus Emre bile Cumhuriyet dö- neminde tanınmıştır. Çünkü Osmanlı döneminde Türkçe yazdığı için aydın- larca tanınmamış, tanıyanlar da hor görmüştür. Osmanlı düşünürü (!) üç ciltlik Maşerat’ül Şuara adlı bir çeşit şairler antolojisinde Yunus Emre’den bir paragraf bahsetmiş ve şöyle demiş- tir. “Basit-i Türki ile yazmıştır.” O Türk’e ait basitlik veya basit Türkçe Yu- nus’un dilinde şöyle:
“İşidin ey ulular ahir zaman olmuş- tur,
Sağ müslüman seyrektir, o da gü- man olmuştur.
Danışman okur, tutmaz, derviş yo- lun gözetmez,
Bu halk öğüt işitmez ne sarp zaman olmuştur.
Gitti beyler mürveti, binmişler birer atı
Yediği yoksul eti içtiği kan olmuştur.”
Bu güzel Türkçe ile Yunus sadece o günü değil bugünü de anlatıyor.
Yeniçağ Gzt., 31.10.2022
Bilim ve dinin çarpıştığı yer, insanın düştüğü yerdir
Dünyada insanların çoğu, ülkemizde bir kısmı açlıkla savaşırken, bir kısım insanlar ahlak mücadelesi verirken, mafya, devlet olmaya çalışırken, hukuk ve adalet can çekişirken, yine mi din? Evet, yine din. Çünkü insan ve toplumlar düştüğü yerden kalkar. Saydığımız ve daha sayabileceğimiz birçok belanın sebebi ve düştüğü yer bu yerdir. Bu yer aynı zamanda zıtların çarpıştığı yerdir.
Bilimi, tam karşılığı olmasa da bilgi ile temsil edersek, bugün dinin karşısına bilgi konmuştur. İç içe, birbirinin içinde olması gerekirken, karşı karşıya getirilmiştir. Bunların çarpıştığı yer, insanın düştüğü yerdir. İç içe olması gerekenler karşı karşıya getirilip uçlara taşınmıştır. Artık sosyolojik kural geçerlidir. Uçlar birbirini doğurur ve beslerler.
Bilgi, görevini yaparken, yarı yolda sahibini sarhoşluğa dönüştürebilir mi? Öyle görünüyor. Öbür taraftan din uyku verebilir ve rüya gördürebilir mi? Bu da böyle görünüyor. Rüyadaki bilgi, bilgi değildir.
Bilgi, sahibini sarhoş edebildiği gibi, şımarıklığa da sevk edebiliyor. Sarhoş, gerçeklerin dışında değildir ama o, gerçeği yalpalayarak yaşar. Dine gelince, usulünde yenmeyen gıdaya benzer. Ya bozar ya uyku verir. Hele fazla kaçırılmışsa. Uykuda gördüklerini bazı insanlar gerçekle karıştırırlar. Bu benzetmelerle şunu da ifade etmek istiyoruz ki, iki tarafı da keskin kılıç gibi olan şeyler, insanın başına dert açabilmişlerdir.
İkisinin de, bilginin de dinin de ticaretini yapanlar vardır. İkisi de kârlı ticarete vasıta olmuştur. İşte meselenin tehlikeli tarafı daha çok buradadır. Bilgi güç ve yetki verir. Bu güç ve yetki, iyiye de kötüye de kullanılabilmiştir. Din de güç ve yetki verir. Bu, kutsal kavramına dayanır ki bu kavram yerinde ve doğru kullanılmamıştır. Daha büyük tehlikelere yol açmıştır. İki tarafın da elde etmiş olduğu güç ve yetkinin kullanılmaya bağlı olması, başka alanlara da yol açmıştır. Meselâ oligarşilere. Bilgi sahibi, bu sermayeyi siyasette, bürokraside, akademik hayatta, günlük hayatta haklı olarak kullanabilirken, otoritesini oligarşilere de dönüştürebilmiştir. Çünkü bilgi sermayesi böyle bir potansiyel taşımaktadır. Bilindiği gibi oligarşiler, daima bir güç ve yetkiye dayanırlar. Normal bir devlet düzeninin dışına çıkmış askerî otorite, güç ve yetkisini nereden alacaktır? Silahtan. Üniversiteler bilgiden, bürokrat yetkiden (bugün git yarın gel misali). Siyasetçi oligarşiye doğru yol almışsa, yalan ve entrikadan güç alacaktır. Bunlardan daha tehlikelisi de kutsaldan ve inançtan güç alan din oligarşisidir. Bunun tahribatı yüzyıllar sürer ve sürmüştür. Dinin iyi veya kötü, doğru veya yanlış anlaşılması ve icrası, bilgi, iman, dürüstlük, ihlas, samimiyet gibi iç kaliteye bağlıdır ki, buna dıştan müdahale çok zordur. Diğer alanlardaki kalitesizliğin telafisi mümkün ama dinî alan çok hassastır. Bu alan, hukukun ve kanunların aciz kalabileceği bir alandır. Gerçek şu ki, raydan çıkmamış bilgi ve din alanları, birbirinin eksiklik ve hatalarını tamir etmeye aday iken, böyle olmamıştır.
Türkiye’de dinî hayat geçmişten geldiği şekilde olabildiğince siyasileşmiş, istismara uğramış, gücünden dolayı diğer birçok müesseseyi bozmuş, bunalımlar yaratmış, hayatı zorlaştırmış, ferdin ruhunda da yaralar açmıştır. Bugün Müslümanlık buysa, olmaz olsun dedirtmiştir.
Dikkatten uzak tutmayalım ki, bir tip daha görülmektedir: Fırsatçı. İki tarafında fırsatçıları bulunmaktadır. Din cephesinde, dinsizleri fırsat bilip olur-olmaz ahkâm kesenler, din bezirgânlığı yapanlar, dahası din saltanatı kuranlar, gün geçtikçe çoğalmıştır.
Bilgi cephesindekilerin bir kısmı, bunlardan farksızdır. Yetersiz ve bilgisiz bir din anlayışını, din istismarını, kötü icrasını fırsat bilip, dinsizliği yaygınlaştırmak isteyenler vardır. İstisnalar ve fırsatçılık yapmayıp hakikat peşinde koşanları, elbette ayrı tutuyoruz.
Din istismarı, cehalet, ilaveten siyasî, adlî, iktisadî sapmalar açısından Türkiye zengin bir örnek oluşturmaktadır. Zaman zaman yazıp, dile getirmeye çalıştık. Daha ehil kimseler de feryatla dile getirip durdular. Ancak bu konu çok geniştir. Biz bugün diğer tarafın fırsatçısından söz edecek, örneklerle özetler yapacağız.
Bilindiği gibi dinimizde inanmak kadar inanmamak da özgür iradeye tabidir. Yaratıcı böyle yaratmıştır. İnanmamızı istemiş, öğüt vermiş, fakat zorlamamıştır. Bu apayrı bir konudur ve bu hikmet üzerinde şimdilik şunlarla yetineceğiz. “Dinde zorlama yoktur” (Bakara-256), “Rabbin dileseydi bütün insanlar inanırdı” (Yunus-99), temel ilkelerdendir. Kur’an, bir öğüt olduğunu beyan eder. (Bakara-66, 232; Âl-i İmran-138; Nisa-58, 63) İnanma veya inanmamanın, ikisinde de kişi kendini belirtip, fikrini beyan edebilir. Karşısındakine zarar vermemek ve baskı kurmamak şartıyla sorgulama da yapabilir. Bir dinsiz, Batılı deyişle ateist, kendini bu şekilde tanıtabilir. İslamiyette böyle olmasaydı, müşrikin hak ve hukukun olabilir miydi? İnanmayanın hak ve hukukunu bizzat Kur’an beyan eder: “Müşriklerden biri sana sığınırsa, kabul et, sonra onu güven içinde olacağı yere ulaştır.” (Tevbe-6). “… müşriklerle yaptığınız anlaşmaya sonuna kadar uyun…” (Tevbe-4). Demek ki Allah’a inanmadığını beyan etme hakkı vardır ki hukuku bile teşekkül etmiştir.
Din kurum haline geldiği için, kültürleşir ve daima muhatap teşekkül eder. Yayılmak ister ancak bunu baskı kurmadan ve zarar vermeden yapmalıdır. Gerçi işler ne yazık ki hep böyle ideal şekilde seyretmemiştir. Fakat ister istemez iman dine, din kuruma ve kültüre evrilecektir. Dile, örf ve adetlere, sanata, alışkanlıklara geçer, kültürleşir. Ateistlik ferdî bir tavırdır ve hiçbir zaman, hiçbir yerde kültürleşmemiştir. Sadece itiraz, red, kabul etmeme hakkı vardır. Kendisi gibi olanlarla birlik olup mesela dernek kursa (çok az da olsa görüldü) bile, bunun kültür meselesiyle ilgisi yoktur. Üzerinde durmak istediğimiz mesele bu değildir. İnanmayanın kendini beyandan öteye geçmesi, inananları rahatsız etmektedir. Bazıları, özellikle fırsatçılar, açık veya sinsice din ve dindar aleyhine saldırıya geçebilmektedirler. Bilgi istismarı yapmakta, yanlışlık ve zaafları fırsata çevirmekte olanlar bulunmaktadır. Buna imkân verilmiş olsa bile, kendileri de çoğu kez eksik, hatta yanlış bilgilerle kafa karıştırmaktadırlar. Hedefleri Müslümanın kendisinden ziyade, Müslümanlığın kendisi olmuştur. Onun için bunlara fırsatçı dedik. Sorgulamalar kötü niyetli olmakta, bunun için sürekli malzeme biriktirmektedirler. Sosyal medya denilen, hayrı şerri birbirine karışmış bir iletişim ortamında, bugün bunu daha çok görüyoruz. Sosyal medya, içine tezek karışmış (kurumuş büyük baş hayvan pisliği) süt gibi oldu. Ne kadar üfleyerek içerseniz içiniz, ağzınıza sütten başka şeyler de geliyor. Sosyal medyada, bilim adamı olması gerekenler boy gösteriyor ve dine saldırılar bunlardan da geliyor. Bu tepkilerin iki kaynağı var: Biri 18. ve 19. yüzyılın insan anlayışı. Diğeri din cephesindekilerin cehaletleri, yanlışları ve bağnazlıkları. Fırsatçılar için bunlar bulunmaz hazinedir. İnsan anlayışı felsefî bir temele oturur. 18. yüzyıldan itibaren, rönesans ve reform sonrası, bozulmuş ve zalimlik yapan bir din anlayışına karşı haklı tepkilerle ortaya çıkmış bir dönem vardır. Bu dönemde Batılı aydın, insan anlayışında hem antropolojik hem felsefî açıdan aşırı uçlara taşınmıştır. Önce bilim, henüz yolculuğuna devam etmekte olduğu halde, bu konuda her şey olmuş bitmiş gibi, son nokta konulmuş gibi, bir çeşit “bilim putçuluğu” yaratılmış, yalnız dine değil, felsefeye de bu açıdan bakılmıştır. Daha sonra pozitivizm denecek olan, sırf nesnel, aynı zamanda şüphe kabul etmez bilimsel ve deneysel anlayışın dışında kalan ne varsa, artık hepsi masaldır, fantezidir. Bu dönem daha sonra evrimciliğin de etkisine girecek, oradan destek alacaktır. İnsan anlayışı şöyle devam eder: İnsan hayvandan dönüşmüştür. İnsan hayal kuran bir hayvandır. Masal üreten bir hayvandır. Ancak akıl denilen düzene de ulaşmış bir hayvandır. Konuşan, alet kullanan bir hayvandır. Çünkü insan zaten hayvandan dönüşmüştür. Meseleyi hafifletmek için, hayvan derken, kelimenin anlamına başvurarak canlı (animal, animê, hayevan) diyelim. Yani hayvan kelimesi aşağılama maksadıyla kullanılmış değildir.
Bu anlayışın felsefî-bilgisel uzantıları da vardır. İnsan marazî (hastalıklı) şekilde kendi bilincini arttırmıştır. Hayvanın olağan ve normal hali içgüdülerle hayata tam intibak etmiş olduğu haldir, bilinç ve diğer birçok psikolojik düzen, bu anlayışa göre, marazî hallerdir. Bu şekilde insan, hayatı bozmuştur. Hayatı çıkmaza sokmuştur. İnsan özel bir tarzda beyinleşmiştir. Yani alınan enerjinin büyük kısmı, organizmanın tamamına tahsis edilmemiştir. Yalnızca beynin işlemesine tahsis edilmiştir. İnsan böylece beyin kışrının (korteksin) esiridir ve bu hal bir hastalıktır. Bu hal, hayatın hastalıklı hale dönüşüdür. Marksist literatürde (Bkz. Engels) bunun izahı biraz farklıdır. Tabiat, kendi kendinin farkına varmak üzere insanı ve onun bilincini oluşturmuştur. Ama tesadüfen (!). Bu şerh de yeni insan anlayışını kurtaramamıştır. İnsan bu süreçte monarşiyi (tek adam rejimini) ve buna bağlı olan monoteizmi (tek tanrı inancını) icat etmiştir. Yani bu icatlar da, korteksin esiri olan hayvanın sayıklamaları arasındadır. Bu anlayışa göre bunlar, aynı zamanda onun aczinin göstergesidir. Homo Sapiens olması bakımından bu yeni varlık (insan), giderek insandan fazla bir şey de olacaktır (Nietzsche’nin üst insan/hübermensch görüşü).
Bu felsefî hikâye uzundur. Kısacası insan, “faydalı hayat fiksiyonları (kurguları, hayalleri) yaratan bir hayvandır.1
Bu fikirler bugün, bilerek-bilmeyerek, bilinçli-bilinçsiz, aydınlar üzerinde etkisini hala sürdürmektedir. İkinci dayanak daha bilinçli ve açıktadır. Din cephesindekilerin önemli bir kısmının bilgisizlikleri ve anlayışsızlıkları. Bilgi cephesinin fırsatçıları en çok burayı kullanırlar. Bunlar istismarla kalmaz, olur-olmaz dinî ahkâm kesenler gibi, bilimsel ahkâm keserler. Adam çıkmış İbrahim diye (Hz. İbrahim) biri yoktur, yaşamamıştır diyor. Sümerler söz konusu olunca, İbrahimî Sümerlere bağlamışlardı. Maksat dinlerin ve İbrahim geleneğinin Sümerlerde başladığını söylemekti. Şimdi de böyle biri yoktur diyorlar. İbrahim-Abraham hakkında, Batıda-Ortadoğuda 15 eser yayımlanmışsa, 14’ü olumlu olduğu halde, birini bilimsel diye konu yapmak, reklâm dünyasında önemli bir tüccarlıktır. Gizlenmiş bu reklamın adına bilim diyeceğiz? Neredeyse Hz. Muhammed diye biri yaşamamıştır diyecekler ama bu kadarına cüret edemiyorlar. Nitekim İsa diye biri yaşamadı diyen Batılı sapmışlara yine kendi içlerinden cevaplar yetişti. Bir kimse, Yahudilerin Mısırdan çıkışında, Kızıldeniz’in yarılmasına inanmayabilir, bu normal bir tavırdır. Fakat Yahudilerin Mısırda hiç bulunmamış olduğunu, böyle bir çıkışın olmadığını söylemek yakıştırılmış bilgileri kullanmak isteyen belli bir niyeti içine alır. Hz. Musa hakkında şüphe yaratmaya çalışanlar, öbür taraftan, Musa’nın doğumu ve büyütülmesi ile ilgili hikâyeler, Akad kıralı Sargon ve Yunan Olimpos hikâyeleri ile örtüşür, diyorlar. Yani Musa var ama başka bir yerde başka adla var. Onlar da mitoloji. Bir masalı (!) bir mitoloji ile delillendiriyorlar aslında. Bu zatlara göre mitoloji olunca tarih, din olunca masal oluyor. Yalnız İbrahim değil, İshak ve Yakub da tarihi şahsiyetler değilmiş. Nuh Tufanının genel mi yerel mi olduğunu Kur’an belirtmez. Fakat genelmiş iddiası varmış gibi, uydurulmuş bir efsane olduğu vurgulanıyor bu zatlarca. Hz. Nuh belli bir kavme gelmiş peygamberdir. O günün şartlarına göre, bütün insanlarla muhatap değildi. Fakat diğer taraftan şu var: Nuh Tufanı Efsanesinin tıpkısının destanlar şeklinde, İnkalardan Japonyadakilere kadar birçok kavimde ifade edilmiş olduğu, araştırmacıların tespitleridir.
Seküler tarihle dinî tarihin örtüşen yerleri kadar örtüşmeyen yerlerinin olduğunu biz de biliyoruz. En zor bilim dalı olan tarih bilimi, dörtte bir belgelere, dörtte üç söylence ve destanlara, özellikle yazı öncesi dönemler toprak altına (kazılara) dayanır. Tarihçinin muhayyilesi, işin içindedir. Kırılmış ve yarısından çoğu kaybolmuş bir vazonun, muhayyile tarafından tamamlanması gibidir. Son yüzyılın, yani bize en yakın yılların tarihini bile doğru dürüst bilmiyoruz. Bilseydik, bu kadar kavga mı olurdu? Bilinmeyenlere mi sığınıyoruz? Hayır, acele edilmesin diyoruz. Esas sığınmayı yapanlar, bilinenlerle yetinip bilinmeyenleri hiç hesaba katmayanlardır. Din söz konusu olunca, hemen istismara kalkışanlardır. Şanlıurfa’da, Göbeklitepe’deki kazılar henüz dörtte bire bile ulaşmamışken, dine karşı çıkmak isteyenler oraya üşüştüler, ahkâm kesmeye başladılar. Bu zatlar, Mısırda yapılan kazılarda, firavunlar döneminden çok önceye ait tabletlere, tek tanrılı inanış sembollerinin kazınmış olduğundan habersizdirler veya habersiz görünürler.
Kur’an’da yanlışlık aramayı adeta meslek edinmiş bazı bilim sarhoşları, dindarların, bilimsel gerçekleri bilir-bilmez Kur’an’a dayandırmasına kızarlar ama kendilerinin yaptığı farksızdır. “Dağları kazık yaptık” ifadesinden Kur’an’ı yalanlamaya çabalayan büyük jeolog (!) dağlar olmasaydı neler olurduyu araştıracak yerde, bilimini reddiyeye göre ayarlamıştır. Dağlara kazık benzetmesi, dünyanın bütününün hareketi ve sarsılma meselesi ile ilgilidir. Dağda ve dağlık bölgede deprem olmaz diye bir Kur’an ifadesi yoktur. Ancak bu zatlar depremlerin, özellikle son zamanlarda daha çok deniz dibi kaynaklı olduğunu, tsunamileri görmezden geliyorlar. Kazık, bir benzetmedir. Kur’an ayetlerinde bu kazıkların (dağların) bütünlük içinde hareket söz konusu olduğunda hareketsiz olduğuna dair bir hüküm yoktur. Bütünün hareketine tâbidirler. Şöyle denir: “Sen dağları görürsün de onları yerinde durur sanırsın. Onlar bulutların yürümesi gibi yürümektedirler.” (Neml-88). Şimdi büyük jeolog bu “yürümek” kelimesine de takabilir. Geçelim… Onun görevi, ima ve benzetmeleri anlamaya çalışmak değil, bilgisini kötüye kullanarak, dinsizliği haklı çıkarmaya çalışmak olmuştur.
Kur’an, gerek tabiattan, gerek tarihten örnekler verirken gerçeklerden hareket eder ama bazı örnekleri akıl yürütme ve düşünme için üretir. Öğüt için böyle gerekmiştir. “Filan çiftçiye benzer”, falan bağcıya benzer diye örnekler üretirken, insanın düşünmesi, aklını kullanması, sonuçta öğüt alması istenmiştir. Fırsatçı din karşıtları için bunlar masallardır.
Neredeyse dine savaş açmış bilim tüccarlarının bir kısmı, kafayı şu evrim meselesine takmıştır. Evrimin dinî bir mesele olmayıp bilimsel bir mesele olduğunu ayırt edememektedirler. Tıpkı dindar algı fukaraları gibi. Dindarlar, inançlarını evrim olmamasına, bilgi cephesi inançsızlıklarını evrimin varlığına borçlu kılar hale gelmişlerdir. Birbirine çok benzerler. Evrim vardır, gerçektir ve bunu hem din hem bilim söyler. Kur’an, bütün varlığın nasıl bir değişme ve tekâmül içinde olduğunu örnekleriyle beyan eder. Yok iken yaratan Allah’ın diğer bir yaratma şekli de bir şeyden bir şeyi yaratmaktır. İnsanın ana karnında nasıl bir evrim geçirdiğini anlatır. Şu ayet acaba ne demek ister: “İnsanın üzerinden uzun bir süre geçmiştir ki o henüz anılır bir şey değildi” (İnsan/Dehr-1). Hassas nokta, evrim değil, transformasyon ve sıçramadır. Yani kökten dönüşümdür. Darwin bile bunu açık ve kesin söylememiştir. “Olabilir” demiştir. Darwin, iki meselenin, içgüdü ve melezleme konularının kendisini sarstığını, içinden çıkamadığını itiraf etmiştir (Bkz. Türlerin Kökeni). Diyoruz ki, transformasyon ve sıçrama olmuş olsa bile, bu dine aykırı olmaz. Allah, insanı ha topraktan-çamurdan yaratmış, ha maymundan. O’nun kudretinin sonsuz olduğuna inanan biri için bunun ne önemi var? Dinî kanal bize bilgi vermemişse, yahut sınırlı bilgilere sahipsek, inancımızın bilgi tarafı daima açık demektir. O kapıyı kullanacak olan bilimdir. Bilim eğer kesin olarak sıçrama (kendi türünde değişme, gelişme değil de başka türe dönüşme) olmuştur diyorsa, veya ilerde diyecekse, benim imanıma bir zarar gelmez. İmanımla çatışan yer, yani ayırım noktası sadece şudur: Bu işlerin kendi kendine olup olmaması. Bu husus, amaç meselesini de içinde barındırır. Amaç varsa, zaten kendi kendine olmamış, bir irade var demektir. Kendiliğindenlikle tesadüfü birleştirmeye kalkanlar (maddeci felsefe), işi saçmalığa, hatta maskaralığa dökmüşlerdir. Ana rahminde fötüs öncesi hücreler, tesadüfen farklı kümeleşecek, organları meydana getirecek, tesadüfen farklılaşacak, tesadüfen bebek karındayken, henüz hiç ihtiyaç yokken başparmağı ile emme talimleri yapacak. Tabiatta on binlerce misal, tesadüfü de, amaçsızlığı da fırlatıp atar. Göz görmek için değil de tesadüfen görme organı haline gelmiş… Kısacası şudur: Varlıktaki bir şey, bir iş, kendi kendine mi oluştu, bir Mutlak Kudret tarafından mı oluşturuldu? Önemli olan budur. Maddenin dinamizmi, iç kanunları, diyalektik kanunları demek yetmez. Maddeyi inkâr eden yok ki. O zaten kendini bize açıkça tanıtıyor. Hacim, ağırlık, şekil, renk, koku, tat, hareket, değişme v.s. Bunları alabilmem, algılayabilmem için de bana organlar, özellikler verilmiş. Hem tesadüf ve kendiliğinden diyeceksiniz hem maddeye, sahip olmadığı kudretler vereceksiniz? Gerçek şu ki ya maddeye teslim olacaksınız ya Allaha. Sonuçlarına ve sorumluluklarına katlanmak şartıyla.
Esas konumuza dönersek; iki zıt tip çarpışıp durmaktadır. Biri ayakkabısının ipini nasıl bağlayacağını dinde aramış, diğeri bütün ilmini Kur’an-ı yalanlamak için kullanmıştır. Din aleyhinde ne malzeme üretilmişse yığmıştır. İki zıddın birbirini beslediğini de unutmayalım.
Şöyle bitirelim:
- Din, tarihî, antropolojik, sosyolojik bir gerçek olduğu gibi, insanî, manevî bir gerçektir. Tıpkı bilim alanı gibi. Ne bilimin, ne dinin red ve inkâr edilmesi bir şey ifade etmez. Bu, “güneş yoktur”, “güney ısıtmaz”, “insanlar yiyip içmezler” demeye benzer. Önemli olan her ikisinin de hakikisini bulmak ve anlamaktır.
- Dine eğer aydın sahip çıkmazsa, üstelik ona karşı çıkarsa, hırka, cübbe ve sarıktan başka marifeti olmayanlar onu sahiplenecektir ki sonuç bellidir. Hırka, cübbe ve sarık altında hakikatı bilen ve beyan edenler, sözümüzün dışındadır. Maksadımız hak etmediği şeyi şekille kapatanlardır. Hele dini, Işid ve benzerleri sahiplenmeye kalkarsa, oturup ağlamalıdır. Aydının sahiplenmediği her şey ayağa düşmeye, berbat olmaya mahkûmdur. Eğitim, iktisat, hukuk, siyaset sahipsiz kalır, kötü akıbete uğrar.
- Özgürlük, inanmayı da inanmamayı, yani dinsizliği de içine alır. Belirli sınırlarda sorgulamaya da yer verilmesi, özgürlüğe aykırı değildir. İyi niyetli olursa, sorgulama, doğrusunu anlamanın bir yoludur: Fakat kendisini karşıt görüşte görmekle kalmayıp, tenkit ve sorgulamakla yetinmeyip, fırsatçılık edip, iş alay etmeye, hakarete dönüşürse, artık bunun özgürlükle, özel olarak din ve vicdan özgürlüğüyle ilgisi kalmaz. Bunlar olmadıkça, hukuk ve kanun karşısında kişi suçlanmamalı, adli takibata uğratılmamalıdır. Örneği görülüyor da onun için söylüyoruz. Hukukta, fikir ve ifade özgürlüğü esastır. Bu dinde de böyledir. Bizim burada yapmış olduğumuz tenkit ve sorgulama, karşı çıkanlara karşı çıkma, hakikatin anlaşılması içindir. 1 Bu konuda geniş bilgi için bkz. Hilmi Ziya Ülken, Felsefeye Giriş II., s. 117-161 (İnsan ve Çevresi, Felsefî Antropolojide İnsan).
https://www.habererk.com/yumni-sezen-yazdi-bilim-ve-dinin-carpistigi-yer-insanin-dustugu-yerdir
CEMEVLERİ BAĞLAMINDA İBADET ve İBADETHANE
Mescid-Cami-Tekke-Cemevi-Mevlevihane ve ibadet
İnanç sistemlerine bakış iki yönden olur. Biri, ilahiyatları, yani inanç kimlikleri ve nitelikleri, düşünce yapıları açısından, diğeri sosyoloji açısından bakış ve değerlendirmedir. Mutlak Üstün Varlık anlayışı bu Varlığa verilen ad, peygamber olup olmaması, varsa peygamberin adı, bir de ölümden sonraki hayat, dinin ilahiyat kısmını özetler. Din sosyolojisinde buna imanın dikey boyutu, başka bir deyişle “sübjektif din” deniyor. Diğer yönü, dinin, kültürel, iktisadî, hukukî hayata geçişidir ki buna imanın yatay boyutu veya objektif din deniyor. Çünkü mesele tek kişiden çıkmış, iman paylaşılmış, topluma ait olmuştur. İbadet dediğimiz fiil, her iki tarafa da aittir. Önce ilahiyatına inanılmış, içselleştirilmiş, yani imanın dikey boyutu sağlanmıştır. Sonra bu ibadet, başka mensuplarca da, bazan beraberce yerine getirilir ve artık bir mekân, bir yapı, bir duyuru, toplumca önemli olan “zaman” kullanılacaktır. İbadet bu yönüyle sosyal bir olay, objektif dindir. Biraz daha felsefî temele inecek olursak, buna “Hakikat” anlayışının insan tarafından yansıtılması olarak bakacağız. Objektif Hakikat-Sübjektif Hakikat-Mutlak Hakikat diye bunu ifade edebiliriz. Meselâ çiçek objektif bir varlıktır. Objektif oluşa, hakikat kavramından ziyade “gerçek” kavramını kullanıyoruz. Çiçek, botaniğin, parçalayıp analiz edersek fizik ve kimyanın objektif konusu olan bir gerçektir. Arı ondan aldığıyla bal yapar, çiçeği bir parfüm veya ilaç yapımında kullanabiliriz. İkinci kademede, çiçek bizim duygu dünyamızı harekete geçirir. Bu noktada sübjektiflik başlar. Ama bu da bir gerçektir. Her ne kadar bunu duyamayan istisnai insanlar olsa da. Onu koparıp yiyen bir eşek için objektif gerçekliği devam etse de, bizim için duygumuza hitap eden bir gerçektir. Sevdiğimize pırasa veya soğan değil, çiçek hediye ederiz. Çiçeğe veya çiçekle ilgili şiir yazarız, şarkılarımızda kullanırız. Çiçeğin din dünyasında, yaratılışta, varoluş hikmetinde, ilahî tecellide, güzellik duygusuna vasıta kılınmasında bir Hakikat vardır. İşte Mutlak Hakikat örneği konusuna giren de budur.
İbadet bir yönüyle Mutlak Hakikatın, bir yönüyle Sübjektif Hakikatın, bir yönüyle Objektif Hakikatın alanına girmektedir. İbadet aynı zamanda sübjektif din ile objektif din arasındaki köprüdür. İbadetin ne ve nasıl olduğunu daha yakından bakarak bu köprüyü anlamaya çalışabiliriz. Genel anlamıyla ibadet, insanın Mutlak Üstün Varlığı anması, O’na itaatini ikrar etmesidir. Fazla olarak O’ndan istekte bulunmasıdır. Özel anlamıyla, inanç sistemlerinde, bu işin büründüğü şekil, tavır, hareket ve sözler bulunur. Bunun için yalnızca veya topluluk şeklinde olmak ve belirlenmiş bir mekân gerekmiştir. İbadetin kişisel muhtevasında şunlar bulunur:
– Kabul ve itaat
– İstek (dua), niyaz.
– Düşüncede kalmayıp bunları dil ve beden ile ifade etmek.
Bu muhteva, hiçbir vasıta kullanmadan, hiçbir şart taşımadan, kendisi dışında destek almadan belli edilir. Son sınırları böyle bir yalınlığa, sadeliğe ve yeterliliğe sahiptir. Meselâ, namaz için abdest, abdest için su gerekir. Normal yol budur. Su yoksa veya kullanmaya engel varsa, toprak veya toprak cinsinden bir şeye elleri sürüp yüz ve kolları meshetmek (teyemmüm) geçerlidir.
İbadetin önemli özelliği, buna son sınırları da diyebiliriz, tek başına yapılabilmesidir. Şarta ve alete ihtiyaç duyulmaz, yeryüzünün temiz bir parçası dışında bir mekân şartı koşulmaz. Burada imkân, olabilirlik ve şart birbirine karıştırılmamalıdır.
Bir ağaç altında, kumsalda, denizde yüzebilen bir nesne üzerinde, bir tarlada, trende veya otomobilde giderken, uçakta yolculuk esnasında yerinden kalkmadan, mecburiyet doğmuşsa bir binek hayvanının üstünde, ibadet (namaz) yerine getirilebilir. Peki burada kastedilen sadece iç yöneliş, sesli veya sessiz lisan, çevreden geçici olarak ilgiyi kesmek ve istekte bulunmak mıdır? Eğer şekil ve ek tavırlara imkân yoksa evet. Bir randevuya gider gibi, Mutlak Varlık Allah’la kalben buluşmak esastır. Bu gerçekleşmemişse, diğer şekiller, mekânlar, kisveler, vasıta kullanmalar, ihlas ve samimiyetten uzak, şamatadan başka bir şey değildir.
Yöneliş, birden fazla müminle birlikte yapılabilir. Ancak bunun için esas olan öz, değişmez. Topluca ibadet olduğunda, medenî şartlardan dolayı kapalı bir mekân gerekebilir. İbadete, özüne değil de imkanına eklenebilecek bir şey varsa, mekândır. Temiz bir zemin, temiz bir bez, genişletirsek, bir oda, bir mescid. İslam’da (Kur’an’da) bu yere mescid denmiştir. Secde edilen yer demektir. İslam’dan söz ettiğimize göre, namaz için, özellikle cemaat halinde bunu icrada, mescide ihtiyaç vardır. Cami kavramı daha sonra katılmış bir kavramdır. Toplayıcı, biraraya getirici demektir.
Namazda itaat şekli ve boyun eğme, teslimiyet ifadesi olarak son nokta secdedir. Onun için secde edilen yer (mescid) kullanılmıştır. Ayakta duruş (kıyam) Allah ile sembolik olarak konuşma (kıraat, Allah Kelamından okuma), eğilme (rükû) ibadeti tam olarak şekillendirir. Bu ibadet şekline başka bir şey katılmamalıdır. Müzik ve müzik aleti veya vecd halini etkilemeye ait herhangi bir şey eklenmemelidir. Bunlar dinî odaklı olsa bile, ibadeti ayine dönüştürür. Böylece ibadet ve ayin ayırımına geçmiş oluyoruz. İnanan insan yönelişi iki şekilde yapabiliyor. Ferdin yaptığı yöneliş, yahut toplu halde yapılan anma şöleni şeklinde bir çeşit tören. Cemaatle kılınan namazı ayinle karıştırmamalıdır. Orada ferden yapılanlar sadece yan yana, birlikte yapılmaktadır. Buna mesela Cuma ayini değil, cuma namazı denir. Cemaatle namaz adı verilir. Ayinde farklı özellikler bulunur. Ayin şeklinde, fert törene sadece katılır. Bir çoğunda seyircidir. Belirli hareketleri beraber yapar. Kilisede, havrada yapılanlar ayin şeklidir. Dinin bir ibadet şekli haline gelmiştir. Fert burada yalnız değildir. Zikir ayini, ibadet kastıyla da olsa, ibadetteki ruhî yoğunlaşmayı gölgeleyebilir ve silikleştirebilir. Zikir ayini kültürel bir coşku olabilmektedir. Böylece taat ve zikri (anmayı) iki şekilde ifade etmiş oluyoruz. Biri namaz, oruç gibi, Mutlak Varlıkla başbaşalık içinde bir itaat ve zikir, diğeri kültürel ve dünyevî aletlerle zenginleştirilmiş müşterek bir tören hali, yani ayin. Ayin biçimi, cemaat halindeki anma coşkunluğu olarak dinî hayatta yer alır, ancak İslam buna ibadetten ziyade dinî kültürün yoğunlaşması olarak bakar.
Ayin ile ibadet farklılığını anlayabilmek için bazı uygulamalara bakmak gerekir. Nakşî, kadiri tekkelerindeki zikir törenleri, Mevlevilerin sema’lı ayinleri, cemevlerindeki semah’lı ayinleri bir fikir verebilir. Buralarda Allah adı zikredilerek, müşterek coşma/vecd halleri yaşanır. Fert isteyerek, inanarak, kendinden geçerek bu coşkuya katılır ama, bilinç, camaat bilincine dönüşmüştür. Bu coşkuda fert ne söylediğini, ne yaptığını bilmez hale gelebilir. Artık hâkim olan ma‘şeri bilinç halidir. Artık sorumluluk, tartışılabilir. Bu tahlillerimiz, ferdin samimi olup, kendini topluluk bilincine katılmasına göredir. Fert bir tiyatro oyuncusu gibi konuya katılabilir. Ferdi ibadette de aynı şey söz konusudur. Gösteriş için yapabilir, v.s. Bu ayrı bir konudur. Ayindeki samimi olanınki bir tür sekr (sarhoşluk) halidir. Oysa İslam, bu durumdaki hali ibadete aykırı görmektedir. Ne söylediğini bilecek, sorumluluğunu unutmayacak ve huzura öyle çıkacaktır. “Sarhoşken, ne söylediğini bilinceye kadar namaza yaklaşmayın…” (Nisa-43). İster alkol, uyuşturucu gibi bir madde ile, ister kendini bilmez bir vecd hali ile Allah, huzuruna gelinmesini istemiyor. İbadetten farklı bir tavır oluşmamalıdır. Tekkelerde, cemaat toplantılarında, tarikatın zikir törenlerinde, eğer zikirden önce veya sonra namaz kılınıyorsa, zikir töreninin ibadetten farklı bir şey olduğunu onlar da kabul etmiş olmaktadır. Şu hususu da hatırlatmakta fayda vardır. Ayin sırasında, Allah ve Resulünün dışında bir isim zikirde geçmiş olursa, işin hassasiyeti artar. Falan şeyh, filan Kutbu’l-Azam, Ali, Veli, v.b. adların Allah adının yanına eklenmesiyle nasıl bir dinî sakınca doğuracağı malûmdur.
Ayinde dikkat etmemiz gerek başka hususlar da vardır. Ayine, dışardan katılmak ve seyretmek mümkündür. Yani o dine inananların dışından veya o din mensubu olduğu halde ayini görmek için katılanlar olabilir. Meselâ, Mevlevî ayinine, diğer adıyla Mevlana törenlerine, Avrupalının da katılıp haz duymaları her yıl göze çarpar. Aslında bu katılan, Müslümanlığa inanmamaktadır. Oysa orada Allah ile peygamber adı geçmekte, hatta ayinin bir yerinde Kur’an okunmaktadır.
Bu katılımın ne dinen ne ahlaken bir sakıncası yoktur ama, ibadetle ayinin farklılaşması meselesini hatırlatır. Yabancı, ibadete değil, kültürel bir gösteri biçimine katılmıştır. Burada yabancılık, inanma yabancılığıdır. İbadete katılmada ise bunun tam tersi vuku bulabilir. Bir kültüre yabancı olduğu halde, inanmada yabancı olmayan biri, ibadete katılabilir. Meselâ Müslüman bir Fransız, bir Alman, bir Çinli v.b. Türkiye’de bir mescidde tek başına namaz kılabilir veya cuma namazına katılabilir. Burada kültür kimliğine yabancılık, iman beraberliğine engel olmamıştır. Ayinde ise iman yabancılığı, törene katılmaya engel olmamıştır.
Modern dünyada, laik hukuklarda bu söylediklerimizin bir önemi olmayabilir. Ama dindar insanlar veya işin aslını öğrenme merakı bulunanlar, her zaman mevcut olduğuna, olacağına göre, doğrusunu araştırmak durumundayız.
Türkiye’de Alevîlerin, cemevlerinin cami yerine kabul edilmesini istedikleri için, bu konu önem arzetmiştir. Cem ayinleri de, anlatmaya çalıştığımız bir ayin çeşididir. Ferdî ibadete indirgenebilen bir şekli olmadığı için, bu ayinin ibadet sayılması en azından tartışılacaktır. Meselâ, bir kişi cemevine gidip tek başına ayinin ferde uygulanabilen bir şeklini icra edebilmekte midir? Eğer orada namaz kılacaksa, oranın mescid/camiden ayrılması anlamsız olacaktır. Cem ayininde zikire katılan unsurlar vardır. Müzik ve müzik aleti bunların başında gelir. Görevler ve görevliler eklenmiştir. Pîr (Yetkisi geniştir, Hz. Peygamberi temsil eder), Rehber (Hz. Ali’yi temsil eder). Musahip, mürebbi, kurbancı, sazcı, dapçı (tefçi), süpürgeci (Selman-ı Farisi temsili), saçı yapan, görevlilerdir. Bütün bunlar Allaha ibadet maksadıyla ceme eklenmiştir ama ayin niteliğinden ötürü, işin içine bir çeşit ruhban sokulmuştur. Bunlar kutsallık arzederler. İslam öncesi Türk adetlerinin kalıntıları işin içine girmiştir. Arap kültürünün İslam demek olmadığı hususunda haklı olarak mücadele ederken, yorumları yanlış bulurken, Müslümanlar bunun sıkıntılarını yaşarken, bu sefer başka biçimde aynı şeyi alenen yapmış oluruz. Tevhid dini bu yönden de darbe almış olur. Cem ayininde, Allah ve Resulünün dışında isimler kullanılması, zaten hassasiyet doğurmaktadır. Hele, Allah-Muhammed-Ali sentezi, yani üçünün bir arada ve birmiş gibi zikredilmesi doğru değildir ve tevhid dini anlayışını zedeler. Bu anlayışta Hz. Ali, tarihi bir şahsiyet olmaktan çıkarılmış, İslamın Ali ile yorumuna gidilmiş olur. Ali’ye sığınılmış bir psikoloji gözden kaçmamaktadır. Soy, özel adıyla Ehl-i Beyt, adeta peygamberden öne çıkarılmıştır. Oysa Hz. Ali Nehcü’l-belâga eserinde (2/164, 170) şunu demiştir: “Benim yüzümden iki kişi helak olacaktır. Beni sevip hakkımda ileri giden, sevmeyip aleyhimde bulunan.” Hz. Ali bunu söylememiş bile olsa o, Hz. Peygamberin yanında, ona bağlı, onun yaptıklarını yapan, söylediklerini, tebliğ ettiklerini dinleyip, bunların dışına çıkmayan bir şahsiyettir. Bir de Aleviliğin ve Dedeliğin soydan geldiği kanaati buna eklenince, hassasiyet artmış olur. Alevî olmak için alevî aileden gelmek anlayışı, bugün yumuşatılmış, buna “ikrar” eklenmiştir ama, soy kutsallığı ile kültür sentezi ortadan kalkmamıştır. Bunun evrensel bir dine uyarlanması mümkün olmaz. Daha aşırılıklar vardır ama onlar konumuz dışıdır. Büyük çoğunluğu ile Alevilerin Müslüman olduklarından şüphe edilecek hiçbir şey yoktur. Aşırılıklar, uyumsuzluklar veya kalitesizlik söz konusu edilecekse, her Müslüman kesim için bu geçerlidir. Sakalını jiletle alanı kâfir sayan, altı yaşındaki kızla evlenmeyi mubah görüp bunu İslama uygun gören, hatta bunu sünnet sayan, şeyhinin düşecek uçağı düşmekten kurtardığına inanan biri, Sünni olsa ne olur, tarikat ehli olsa ne olur…
Biz bilimsel çizgilerden ayrılmamaya çalışarak, kültür-din ilişkisi içinde ibadet ve ayinin ayni mi, farklı mı değerlendirmesini yapıyoruz. Din ile kültür ilişkisi bir gerçektir. Ancak bu, işin sosyolojik boyutudur. Dinin esatirî (mitolojik) hale gelmiş şekillerinde, dinî inançlar, maddi hayat şartları ve sosyal sebeplerin etkisinde kalmıştır. Geleneksel kültür unsurları ve eski dinî itikatların kalıntıları yeni dine eklenebilmiştir. Bunları ayırdetmek de o kadar kolay değildir. Bunlar, zaman zaman, yalnız ibadeti değil, bizatihi dinin kendisini bile etkilemiş olabilirler. Din, kültürün ürettiği bir din değilse (bunlara kültür dinleri diyoruz), kültürü aşıp, onu terbiye etmek, programında var ise, inanç odağında da, ibadette de, kültürden ayırdedebilecek bir yanı var demektir. Bu açıdan, hiçbir kültür, evrensel bir dini, tek başına ve kendi adına sahiplenemez. Din, peygamberi olan, vahiy eseri olsa bile, kültüre mahkûm olmuş, evrenselliğini kaybetmişse, kavmi bir din olarak kalır. Yahudilikte olduğu gibi. Bir dinin kimlere hitap ettiği ve mesajı önemlidir. Nihai hedefi, onun olmazsa olmazıdır. İbadet, ayin, zikir, dinî coşku ve bu gibiler, buna göre değerlendirilmeli, odağa ve hedefe zarar vermeyecek çerçeveye oturtulmalıdır.
Kültür ve evrensellik konusunda dinin adı da önemlidir. Zerdüştlük, Budacılık (Budizm), İsevîlik, Musevîlik veya Yahudilik, şahıs adlarına izafedir. Hinduizm, kültür ve coğrafya adına izafedir. İslama Muhammedilik denemez. Belirli bir kültürün içinde de doğmuş olsa, İslam ve Müslüman kavramları anlam ve hedef itibariyle geneldir. Başlangıç, bir sosyal laboratuvardan ibarettir. Dinin kendi içinde oluşmuş dal-budak, aynı bir dine bağlılıktan çıkmaz. Maturidilik, Eş‘arilik, Hanefilik, Şafiilik, Kadirilik, Nakşıbendilik, Mevlevilik, Alevilik, ayrı birer din adı olamaz, olmamıştır. İsacılıkta da böyledir. Katoliklik (kurallara uygunluk), ortodoksluk (doğruyolculuk), Protestanlık (itimazcılık) hepsi İsacılığa bağlıdır. Bunlar asıl din ile aralarına suni mesafeler koysalar bile, din ile uyuşması zorlaşan tavırlar oluştursalar da, aynı dine mensupturlar. Konumuzun odağına aldığımız Alevîliğe de aynı şekilde bakmalıdır. Adının aynı bir din imiş gibi algılanması veya algılattırılması sapma-saptırma olur. Zikir, coşku ve ayin usullerini, bir üslup ve meşrep stilleri olarak almayıp, ayrı ibadet tarzı olan ayrı bir inanç sistemi olarak alırsak, mesele çok değişir. Meselâ cem ayinlerinde, canlar birbirine tutunarak hû çekerler. Bunlar, Nakşilik, Kadirîlik v.b. diğer meşrep farklılığı yaşayan gruplardaki gibi, ibadetin genel yolculuğuna katılmış kervan malzemeleri gibidir. Biri Kuddüm, biri saz çalarak, genel zikir şölenlerine yer vermiş olmaktadırlar. Bu, form kazanmış, tek başına yapılabilen bir ibadet tarzına ait olmaz. “Onlar ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit her şekilde), Allah’ı anarlar…” (Âl-i İmran-191) gibi Kur’an’ın genel anma ilkesine bağlanabilir. Ama daima, ayrı ve farklı bir din algısı yaşatmamaya dikkat çekilmiştir. Ana kural şudur, ibadet tarzı, kaynağın isteğine ve tebliğ edicinin aralarındaki bulunduğu ilk uygulamalara uymalıdır.
Din sosyolojisi açısından, yani dine sosyal açıdan baktığımızda, belirli teste tabi tutularak, dinin kimliği ve farklılığı anlaşılabilir.
- Üstün Varlık olarak neye inanılmaktadır. Bu Mutlak Üstün Varlığın adı nedir?
- İnanılan Üstün Varlık ile alem ve insan arasındaki bağ ve ilişkide kanaat nedir?
- Peygamber denen biri var mıdır? Genel olarak peygamberler hakkında ne düşünülmektedir?
- Dine giriş nasıl olmaktadır? Giriş herkese açık ve kolay mıdır? Özel midir?
- Yeme içmede, giyim-kuşamda, cinsel olaylarda (evlenmede), kurallar var mıdır? Kendi dininden olmayanlarla evlenme engelleri bulunmakta mıdır?
- Ölülerine nasıl bir işlem yapılmaktadır.
- Mabetleri farklı ve özel midir?
- Mezarlarını ayırmışlar mıdır?
İlk dört madde daha çok teolojik (ilahiyatla ilgili) aynı zamanda sosyolojiktir. Son dört madde ise özellikle sosyolojiktir. Dinlerin ayırdedici ölçütlerindendir. Şimdi bu ölçütler çerçevesinde, en çok dile dolanmış Alevîliğe bakalım. Ölçütlere göre Alevilik, ayrı ve kendine has bir din değildir. İlahiyatı ilgilendiren anlayışların tümünde bir farklılık yoktur. Sosyolojik manzarada da durum aynıdır. Ölmüşlerine aynı işlemleri yaparlar. Aynı mezarlıklara defnedilirler. Bir alevi namaz kılmak isterse, ister cemevine, ister mescide/camiye gider kılar. İsterse evinde kılar. Farklılaşmış gibi görünenler, her mezhep, meşrep, tarikat farklılıkları türünden farklılıklardır. İhlas, samimiyet, kalite, layık olmak meselerinin herkes için feçerli olduğunu söylemiştik.
Bu konuyu neden bu kadar irdeledik? Son zamanlarda, cemevlerinin, cami/mescid gibi ayrı bir mabet olarak tanınması istekleri buna sebep oldu. Birliktelik kurallarından olan mabet ve ibadet şeklinde ayrılık ve ayrı bir kimlik istemek, hassas bir konudur. Ayrı bir din isteğine yol açabilir. Böyle bir şey için birkaç yetkilinin, ileri gelenlerin, siyasetçinin kanaati yetmez. Bunun için bütün mensuplarının bunu iddia ve kabul etmesi gerekir. Bunu anlamanın da modern dünyamızda yolları vardır. Kanunlarımıza yakışır şekilde bir yol tutulur. Ayrıca unutulmamalıdır ki laik hukukumuzun uygun olan özgürlük çerçevesinde meseleler ele alınmalıdır. Sonunda ayrı bir din yolunu açmaya gidebilecek yanlışlıklara, alevilerin razı olmayacağı kanaatini taşıyoruz.
Cumhurun Başı Cumhurbaşkanı
İnsanlığın toplumsal ve yönetim yönünden tekâmülü, diğer birçok alan gibi hep arayış içinde geçmiştir. Yönetim sisteminde çeşitli merhaleler yaşanmıştır. Ancak demokrasiye doğru bir gidiş içinde faaliyet gösterildiğini görmezlikten gelemeyiz. Demokrasinin eksiklikleriyle beraber, daha iyi bir sistem olduğu tecrübeyle anlaşılmıştır. Elbette onun da düzeltilmeye, rötuşlanmaya muhtaç tarafları vardır. Zaten bu konuda, “en iyisi” değil, “daha iyisi” söz konusudur ve gerçekçiliğe uygun olan budur.
Yönetim şekilleri içinde “başkanlık” denilen şeklin, tarihi tiplerini, “tek adam” hatırasını, herkes bilir. Han’lık, Hakan’lık, Şah’lık, Padişah’lık tiplerinin iyisi, kötüsü olsa da, tek adam sistemidirler. Zamanı ve şartlarını elbette unutmuyoruz. Tiranlık ve diktatörlük gibi sert ve çok olumsuz tiplerini de unutmuyoruz.
Yönetim gücünün kaynağının (hakimiyetin) topluma (yaşamakta olan halka) dayanması, seçme ve seçilebilme, güç ve yetki sorumluluklarının paylaşılması, denetim ve kontrol mekanizmasının oluşturulması arayışta son halkalar olmuştur. Şunu da eklemek gerekir: Özgürlük alanının gittikçe genişletilmesi. Cumhuriyet veya demokrasi diye adlandırdıklarımız, temele bu saydıklarımızı alan şekillerdir. Bu sistemi, toplumlar siyasi partiler yoluyla yürütmeye çalışıyorlar. Cumhuriyetle demokrasi farkı da burada gizleniyor. Açık olsun diye bazan “çok partli demokrasi” tabiri de kullanılmaktadır.
Bu sistemde ne kadar başarılı olunmuş, kimler başarılı olmuş, kimler olamamış, ayrı bir konudur.
Eski usul “tek adam”dan farklı yeni usul “başkanlık”, demokratik sistemin içine monte edilmeye çalışılıyor. Monte etme ifadesini bilerek kullanıyoruz. Demokratik sistemde, bu sitilin aksayan ve sırıtan tarafları giderilebilmiş değildir. Çeşitli ülkeler, halka dayanma, seçim, yetki paylaşımı, denetim gibi demokratik esasları kaybetmeden, başkanlık sistemini uygulamaktadır. Türkiye de bu siyasi metodu yaşamak istedi. Sosyolojide kabul edilen zaman dilimine oranla kısa sürede arızalar verdi. Neden arızalar verdi? Biri hariç normal sistemin kurallarına uyulmadı. Neydi bu kurallar, hatırlayalım:
- Seçim. Bunun karşıtı, işgal, zor kullanarak başa geçme, babadan oğula geçme, yani saltanat.
- Danışma-Meşveret.
- Yetkilerin dağıtımı/paylaşımı.
- Denetim.
- Kanun yapma yetkisinin tek kişide olmaması.
Bunları başka bir yazımızda belirtmiştik (Başkanlık sistemi mi Dediniz, 16.04.2021, Yeniçağ Gazetesi). Bu kuralların tamamı gereklidir. Bir veya birkaçının bulunması yetmez. Yetkinin ve sorumluluğun paylaşılması, doğal olarak denetimin desteğidir. Üçe bölünmüş paylaşım, yerleşen bir kural olmuştur. 1. Siyasi-idari icra (hükümet ve idari sistem), 2. Kanun yapma yetkisi (seçilmiş meclis), 3. Kanunları uygulama (yargı). Bunlar biribirinin yerine geçemezler, biribirini meşruiyet dışı etkileyemezler.
Başkanlık sistemini demokratik nizama uydurmak istiyorsak, bu beş kurala uyumlaştırmak zorundayız. Aksi halde ucube hale gelir ve doğal olarak, hukuki, sosyal ve siyasal arızalar verir. İşin içinde bir de siyasi partiler vardır. Demokrasinin karakteri gereği partiler birden fazladır. Tek partinin devletle bütünleşmesi, devleti parti devleti haline getirmesi, ihtimalden çıkmış, oluşmuştur. Çok partili uygulamalarda bile, bir partinin bu duruma girme çabaları gözden kaçmamaktadır.
Siyasi partiler hizmet yarışı yaparlar, bu uğurda rekabete girişirler. Bu, normaldir. Hukuki olmak üzere çeşitli metot ve taktikler kullanılır, projeler sunulur. Fakat bazan bu mücadelede, çekişme halinde olumsuz tavırlar sergilenebilir, sergilenebilmiştir. Ölçü ve ölçüt için hizmete dönük iyi niyet yetmez, hukuka ve kanunlara uygunluk aranır. Birçok olumsuzluğa tahammül edilmiştir. Herşeye rağmen beş kuralın çiğnenmemesi elzemdir. Bir toplumun/milletin içinden çıkmış, teşkilatlanmış, onun kültürünü ve kimliğini temsil eden, onun adına iş gören “devlet”in varlığı doğaldır. Bu devletin başında, temsil şartlarını taşıyan bir başkanın olması da normaldir. Parlamenter sisteme dayansın veya uygunlaştırılmış başkanlık sistemine dayansın, farketmez. Fakat başkanlık sisteminde diğerinde olduğu gibi, içinden geldiği parçanın (parti, dernek, vakıf v.b) mensubiyetini ve faaliyetlerini terketmiş olması gerekir. Ancak o zaman bütüne mal olabilir. Parçalar arasında tarafsız, sadece milletinin bütününden ve kanunlardan taraf olan biri olur. Devlet, o toplumun kültürünü ve değerlerini yansıtan doğal bir devlet ise, devletin başındaki, hem devletin, hem cumhurun başı, şahıslar, gruplar, meslekler, kuruluşlar, siyasi partiler v.d. arasında tarafsızdır ve hepsinden sorumludur. Seçilirken, seçmeyenleri de olmuş, ama çoğunluk tarafından seçilmiş olsa da durum değişmez. Görev yüklenildikten sonra, hepsinin başkanıdır. Bu kadar normal ve anlaşılabilir şeyi neden yazıyoruz? Başkanlık sistemi, partili cumhurbaşkanlığı gibi garip, garip olduğu kadar da tehlikeli bir şekle sokulmuştur. İçinden geldiği siyasi partinin bütün mücadele sitilini devam ettirecek, muhalifleri ile çekişecek, rekabet ve yarış usullerini kullanmaya devam edecek, ama herkesin başkanı olacak? Tarafsız kalacak? Bu mümkün olabilir mi? Eğer siyasi rekabet, sınıfsal, kurumsal farklılıklar, siyasi mücadele devam ediyorsa, cumhurun başı olma imkânı ortadan kalkmış demektir. Parçanın başı veya mensubu olmak ile bütünün başı olmak, zarureten çelişir. Kurumlar zarar görür. Mesela en önemli kurumlardan olan askerliğin, bu duruma uygunlaştırılması zorlaşır. Asker milletin bütününün askeridir. Onun da başı olacak birinin aynı vasfı taşıması gerekmez mi? Siyasi parti mensubiyeti ve hele faaliyeti devam ediyorsa, toplumun fikren bölünmesi, kamplaşması, en yukarı seviyede bile hayat bulacak, bu kamplaşmadan cesaret alınabilecek demektir. Eski usullerde, yani seçimle başa geçmeyen tek kişilerde bile böyle bir bölme, kamplaştırma tavrına rastlanmaz. Ne hakanlar, ne padişahlar, hatta ne diktatörler, toplumu bütün olarak muhatap almışlardır. Onların hata ve günahları başka noktalardadır.
Değerlendirmemize şöyle itiraz edilebilir: Parlamenter sistemde başbakan, partili olmaya devam etmiyor mu? Partili olması, onun bütün milletin başbakanı olmasına engel oluyor mu? Yeni sistemde cumhurbaşkanı başbakanın yerindedir. Fakat gözden kaçanlar şunlardır: Parlamenter sistemde işte böyle bir problemli noktadan ötürü, başbakanlık son üst makam ve merci sayılmamış, cumhurbaşkanlığı ihdas edilmiştir. Tarafsız bir üst makamın bulunması her zaman istenmiştir. Başbakan, cumhurdan, yani halktan doğrudan sorumlu olmadığı gibi, onun hukuki temsilcisi de değildir. Halkın temsilcisi olan meclisin de sorumlusu ve hâkimi değildir. Başbakan icranın, yani hizmetlerin sorumlusu ve âmiridir. Yeni sistemde meclis bile, seçilmiş olmalarına rağmen memur seviyesine indirilmiş, hükümet seçilmişlerin dışında oluşturulabilmektedir. Yani memur konumundadırlar.
Yeni sistem, parlamenter sistemdeki cumhurbaşkanını kaldırıp, başbakanın cumhurbaşkanı sayılması gibi bir şey midir? Bunu dahi söyleyemeyiz. Başbakan partizan davranırken bile, yeni sistemdeki cumhurbaşkanı kadar serbest değildi. Güvenoyu veya güvensizlik oyunun muhatabıydı. Şartlar oluşmuşsa her zaman değiştirilmesi mümkündür. Azledilebilir. İki üstü vardır: Meclis ve cumhurbaşkanı. Dünkü ve bugünkü cumhurbaşkanının üstü millettir. Millet ise seçimden seçime söz sahibi olduğu için, başkaca üstü olmayan yeni cumhurbaşkanı tipine sorumsuz davranabilme kapıları açılmıştır. Eğer sorumluluğu kendi vicdanında duymuyorsa… Eski tip veya yeni tip cumhurbaşkanı devlet memuru değildir. Memur sayılması için bir üstünün olması gerekir. Memur olmadığı için siyasi ve idarî kararlar alabilir. Kanun kuvvetinde kararları yürürlüğe sokabilir. Kendine canı istediğini muhalif görebilir, muhalif sayabilir. Oysa;
– Farklı siyasi düşüncede olanlar. Değişik siyasi parti ve mensupları.
– Farklı dinî inanışı kabul edenler.
– Farklı fikir ve felsefe dünyasını, ideolojik fikirleri paylaşanlar.
Kanuni sınırlar içinde kaldıkça, cumhurbaşkanına muhalif sayılmazlar. Cumhurbaşkanı da bunlara muhalefet edemez. Bunlara farklı muamele edemez. Kötü söz söyleyemez, hakaret edemez. Meselâ “anırıyorsunuz”, “sıkıyorsa” gibi hakaret edici sözler sarfedemez. Bu tabirleri kullanan biri nasıl cumhurun başı olabilir. Halkın bir kısmını bir kısmına karşı kışkırtamaz. Meselâ, “sizi kaçacağınız yere kadar kovalarız. Filan günü nasıl unuttunuz?” diyerek halk kesimlerini tehdit eden biri nasıl cumhurun başı olabilir? Üstelik bu tehdidi devlet güçleriyle değil de, ki buna da hakkı kanunlar çerçevesindedir, partisinin yandaşlarıyla yaparsa, buna nasıl cumhurun başı denir? Bunlar demokratik sisteme yanlış monte edilen partili başkanlık şeklinden kaynaklanmaktadır. Siyasi partiye organik bağ devam ettikçe, oradaki üslup ve alışkanlıklar sürdürüldükçe, başkanın, bütünsel sorumluluk zemini, manevî, ahlaki zeminleri kaybolur. Sürekli toplumu bölücü, kamplaştırıcı hale gelir ve millet bundan zarar görür.
Cumhurbaşkanına kimler muhalefet etmiş sayılır ve cumhurbaşkanı da bunlara muhalefet etmelidir. - Kanun ve nizama uymayanlar.
- Ahlak ve adaba uymayanlar.
- Milli değerleri çiğneyenler.
- Zararlı hale gelen, aşırı uçlarla ideoloji bağımlıları.
- Teröristler ve terör grupları.
- Bölücüler.
- Millete ve devlete ihanet edenler.
Bunlar her namuslu ve vicdanlı vatandaşın, her yöneticinin, her kanunî yetkilinin muhalifidirler. Tabiatıyla en üst seviyede milleti temsil eden cumhurbaşkanının da muhalifi olurlar. Başkan, bunlarla mücadele edilmesinin ve hukuki mercilere sevkedilmesinin sorumluluğunu taşır. Başka türlü, ayırım ve ayrıcalık yapamaz. Siyasi partilerde cirit adan, yarış, rekabet, siyasi galibiyet veya mağlubiyet hisleri Cumhurbaşkanınca terkedilmeli, bu tür faaliyetler ilgililerine bırakılmalıdır. Dava adamı olmak şüphesiz cumhurbaşkanının da hakkıdır. Fakat ideallerini hukuki ve ahlaki çerçevede sunmalı, ikna edici metot kullanmalıdır.
Cumhurbaşkanının dayanağı, herkesten fazla olarak ahlak ve hukuk olmalıdır. Kibir ve gösteriş, benlik alâmetleri olup, bunlar yöneticide bulunursa, toplum zarar görür. Kibir, hırs, tamah, doyumsuzluk ve nihayetinde zulüm getiren bir benlik, adaleti tanımamış bir benliktir. Şeytanı Haktan ayırıp fesat tuzağına düşürenin benlik davası olduğunu her müslüman bilir. Siyaset ve iktidar, benlikle değil, adalet iledir. Adalete adaletle varılır, zulümle varılmaz.
Yalnız demokrasiye has olmayıp, bütün insanî yönetim sistemlerinin, olmazsa olmazlarından biri denetimdir. Denetimden kaçanların niyetleri kötüdür. Denetimin varlığı veya yokluğu, sistemin kalitesini yansıtır. Peygamberler dahi denetim dışında kalmamışlardır. Meselâ, Hz. Peygamber, hem Yüce Allahın denetiminde, hem Müslüman çevresinin denetimindeydi. Allah, iman ile ilgili olmayan bazı hususlarda onu ikaz etmiştir. Dünya işlerine gelince, çok yerde çevresinin dediklerine uymuş, bazı yerlerde ona itiraz bile edilmiştir ve bundan rahatsızlık duymamıştır. Denetimden ve adaletten kaçanlar, Firavunlar ve diktatörler gibi zalimlerdir. Bunlarda araya sadece benlik, kibir, hırs, tamah, doyumsuzluk girmemiş, akıl ve zeka da istismar edilmiştir. Yetkili biri, hele cumhurbaşkanı, halka karşı zekâsından ziyade vicdanını kullanmalıdır. İnsaf ve vicdan, adaletin ana kapısıdır. Hocalarımız, zekâ ruhun zehirli silahı olabilir demişlerdir. Bu silahı yalnız madde ve tabiat için kullanmalı, dostlara karşı kullanmamalı diye uyarmışlardır. Halk, bir cumhurbaşkanı için gerçek veya potansiyel dost konumundadır, olmalıdır.
Zeka, yerinde kullanılmazsa, bencilliğe, hile ve desiseye alet edilirse, ruhlar arasında uçurumlar açar. Meselâ partizanlığa, kayırma ve kamplaştırmaya esir ve köle edilmiş bir benlik, aklı da zekâyı da bu yönde kullanacaktır. Sevmediklerimize sürekli hakaret edersek, birlik ve beraberliği unutmak lâzım gelir.
——————————————————————————————————————-
Deprem ve Kader
Herkes biliyor ki deprem bir tabiat olayıdır. Dünyanın dönüşü, güneşle ilgili durum, gece-gündüz oluşu, yağmur yağışı gibi, bu cinsten olaylar serisinden olan bir olaydır. Yer kabuğunun yerleşmesinin devam etmesi, yerküresi içinde biriken enerjinin boşalması, fay hatlarının ve kırıklarının hareketi, yer değiştirmesi ve benzeri tabiat olayları ile ilgili bir tabiat olayı olan depremin ne ve nasıl olduğuna ait ayrıntılar, bilim adamlarını ve uzmanları ilgilendirir.
Depremin ve diğerlerinin bir tabiat olayı olması, onları Allah’ın yapmadığı anlamına gelmez. Bütün âlemleri O yaratmıştır, Mülk Sahibi O’dur. Tabiat kanunları dediklerimiz O’nun koyduğu kanunlardır, O’nun adetidir. Var olanın, görünen ve bilinenin ötesinde, işin bu bağlamına inanan inanır, inanmayan inanmaz. Allah, inanmamızı istemiş, fakat zorlamamış, bizi özgür bırakmıştır. Bu konu ayrı bir konudur. Depremle ilgili herkesin kabul ettiği sonuç, onun vuku bulmasıdır. Depremler olmuştur, olmaktadır, olacaktır.
Normal, olağan bir tabiat olayı olan depreme, diğer tabiat olaylarından ayırarak neden âfet diyoruz? İnsan ve diğer canlılarla ilişkisi, bunların çevreleri, insanların eserleri zarar görebildiği için âfet diyoruz. Tıpkı yağmurun fazla yağmasıyla sel oluşması, yangın (insan eliyle olan değil, şimşek sonucu ormanda meydana gelen yangın) gibi deprem de bu alan içinde âfettir. İnsanla ilişki alanı içinde, elimizde olan hususlar, öncesinde, oluş anında ve sonrasında alabileceğimiz tedbirler vardır. Bütün tabiat olayları karşısında durumumuz aynıdır. Isı ve ışık kaynağımız olan güneş karşısında korunmaksızın 7-8 saat kalırsak, hastalanıp öleceğimiz muhakkaktır. Halkımızın rahmet dediği yağmur, fazla yağdığında, tedbir almazsak, zarar göreceğimiz kesindir. Oysa tabiat ve oradaki olaylar, insanın faydalanmasına hazır haldedirler. Depremin de nimetleri vardır. Sıcak sular ve kaplıcalar, verimli toprak üretimi gibi.
Deprem bir kader midir? İşte şimdi, bizimle ilgili olan-olmayan, elimizde olan-olmayan diye ayırdığımız iki alanın algılanması, doğru veya yanlış anlaşılması macerasına girmiş oluyoruz. Önce kader denilenin ne olduğuna bakmalıdır. Kader, sözlük anlamında, bir şeye gücü yetmek, bir şeyi birşeyle kıyas etmek, miktarını beyan ve tayin etmek, miktar ve ölçü tayin etmek, birşeyi planlamak, hazırlamak, hükmetmek anlamlarına gelir. Terim olarak, alemlerin düzeni, dengesi (mizan), tabiat kanunları demektir. Allah-Âlem-İnsan ilişkisinde, insanın iradesi dışındaki herşey kaderdir. İnsanın maddi, yani fiziksel, kimyasal ve biyolojik yönü de aynı düzene, aynı kanunlara tâbidir, yani kaderdir. Atom ve moleküllerimiz, organlarımız ve işleyişi, DNA’larımız v.s. doğal halde kaderimizdir. Doğal halde dediğimiz, irademizin bunlara ait müdahalesi, değiştirme teşebbüsleri, bozması, ayrı bir konudur, orada kaderin bize ait olan kısmına geçilebilir. Ancak orada artık insan iradesine, ruhi-psikolojik alanına geçmiş oluruz. Bu alanın dışındakiler ve öncekiler aynı tabiat kanunlarına ve işleyişine tabidir. Sadece insana has olmak üzere, bu düzenin dışına taşan, ruhî, aklî, psikolojik yönü ayrı tutmak gerekir. Bu özelliği ve ayrıcalığı da Allah yaratmıştır. Bize özgürlük ve sorumluluk yüklemiştir. Bu özelliğinden dolayı insan, tabiat ve tabiat olayları karşısında, kendisini ilgilendiren bir tarafa sahiptir ve bu alanda aktif ve sorumludur. Allah bizi, düşünecek, aklını kullanacak, tedbir alacak şekilde yaratmıştır. Tabiattan, tabiat kanunlarından, olay ve oluşumdan bahsettiğimize ve fakat Allaha ve yaratmasına bağladığımıza göre, geldiğimiz bu noktada materyalizme (maddeci felsefeye) bir sayfa açmamız ister istemez gerekecektir. Bu konunun uzunca bir konu olduğunu biliyorum ama, ne kadar özetlenebileceğini iyi bilmiyorum. Materyalizmde, maddenin ezeli ve ebediliği, herşeyin madde dinamizmiyle, maddenin kendinde oluşan kanunlarıyla, değişmesiyle izah edildiğine göre, insanın da bu kanunlar ve işleyiş içinde kendiliğinden üreyen, tabiatın kendi şuuruna varmasını sağlayan bir tabiat uzantısı olarak kabul edildiğine göre, meseleye üç pencereden bakmak gerekecektir: İrade, özgürlük, gaye (amaç). Maddeye irade, özgürlük ve amaç yerleştirebiliyorsanız, sorun yoktur. Kanun, irade varsa olur, kendi kendine olmaz. Kanun varsa tesadüf ortadan kalkar. Tesadüf, olması kadar olmaması mümkün olandır. Özgürlük, başıboşluğa ve tesadüfe açık değil de bir amaca dönükse, iş değişir. Kanun da zaten amaca dönük, amaç içindir. Değişme, tesadüfe bağlı olamaz. Değişme de amaca dönüktür. Göz, görmek için değil de, süreçte tesadüfen oluşarak görme başlamıştır dersek, varsa tabiatın aklı da bunu kabul etmez, abes bulur. Kulak işitmek için, el tutmak için v.s. oluşturulmuştur. Hiçbir amacı olmadan, maddî süreç işleyip dururken, tabiat neden insan gibi bir varlık oluştursun? Tabiat, kendi kendinin bilincine, kendi varlığının farkına varmak için idiyse, bir amacı var demektir. O zaman madde alemindeki amacın incelenmesini ve tahlilini yapmalıdır. Determinizmin halkalarında amaç aramak boşunadır. Orada sadece zorunluluk vardır. Bir halka diğerini doğururken amaçtan ötürü değil, zorunlu olarak doğurmuştur. Amacı zorunluluğa çevirmek için, determinizmin her halkasına bilinç vermeniz gerekir. İki hidrojen bir oksijenle birleşirken, atomlara bilinç yüklememiz gerekir. Su amaç olarak olmuşsa, suyun da kendisinin hayatı üretmesi amacı var demektir. Determinizmin zorunluluğu, tesadüfe de, özgürlüğe de, amaca da yer vermez. Özgürlük ile tesadüf arasında zaten bir ilişki yoktur. Amaçla özgürlük arasında bir ilişki kurulabilir. Özgürlük, zorunluluktan doğmaz ama, ne yaptığı, ne yapacağı belli olmayan, tesadüfe bitişik, amaçtan da uzak bir alan değildir. Materyalist, amaçtan kaçayım derken, “tesadüfün zorunluluğu” diye bir saçmalığa sığınmıştır. Tesadüfün olmayışını, kanun yapma iradesini, bilinci, amacı, düşünmeyi, aklı kullanma potansiyelini, bu cinsten herşeyi siz eğer maddeye yüklüyor, bunlar maddede mevcuttur diyorsanız, size farkında olmadığınız bir kapı açılmış demektir. Açılan bu kapıda sizi, bunlar vasıtasıyla DNA’lardaki yazılım da bekleyecektir. Bu felsefe uzar gider.
Maddenin ve işleyişinin içine kapanırsak, bunun getirdiği kadere de dikkat etmemiz gerekecektir. Allah’ın yaratıp düzen verdiği kaderi (kanun, ölçü, ölçüt ve miktar tayinlerini) reddedeyim derken, maddenin kaderine yakalandığımızın farkında olmayız. Üstelik orada buna bir anlam da yükleyemeyiz. Maddeci, pratikte, yanlış kader anlayışına haklı olarak karşı koyar. Fakat bunu, kendi temel kabullerine uymayarak yapmıştır. Zorunluluktan her nedense, birden bire özgürlüğe sıçramıştır. Maddeci bu çelişkisine rağmen, maddeyi korumaya devam eder. Yanlış kader anlayışına saplanmış dindar ise, Allah’ı koruduğunu zannetmektedir. Özgür olmaması gereken maddeci özgür hareket etmiş, özgürlüğünün farkında olmayan dindar da kendi inanç sistemiyle çelişmiştir.
Bu çelişkinin üzerine biraz daha gidelim. Depremin oluşu, tabiat olayları cinsinden olduğuna, olması veya olmaması üzerinde elimizden gelen hiçbir şey bulunmadığına göre, kader midir? Elbette kaderdir. Fakat sadece oluşu bir kaderdir. Bütün tabiat olayları bir kaderdir. Biz, kadere iman ediyoruz derken, bunu kastediyoruz, etmeliyiz. Bunlar kendi kendine olmuyor diye inanıyoruz. Peygamberle bizi uyarmayan, vahiy ve kitap göndermeyen, ahireti yaratmayan, bizimle ilgi ve ilişki kurmayan, beni sorumlu tutmayan, bir Allaha değil, bunları yapan bir Allaha inanıyoruz. Aksi halde deist olmamız gerekir. Tevhid dinine inanan birinin, materyalizmden ve deizmden farkı buradadır.
Oluşumu kadere bağladığımız depremin öncesinde, oluşurken ve sonrasında yapacağımız işler vardır. Depremler, yeryüzünün çok eski geçmişinden beri vardır. İnsanın, sahneye çıktığı ilk günden beri depreme dair bir tecrübesi bulunmaktadır. Gittikçe tecrübelerinden ders çıkarmasını da bilmiştir. Bugün ulaştığı bilgiler, teknik ve tecrübe göz önüne alınırsa, insana ait sorumlulukların bulunduğu alan daha iyi anlaşılır ve inkâr edilemez. Yanlış bir kader anlayışıyla bu durumu örtemeyiz. Bizimle ilgili alanı, eyleme dökülmüş sorumlu olduğumuz alanı da Allah yaratmaktadır diye düşünülecekse, biz sebep olduğumuz, biz istediğimiz, biz hazırladığımız için Allah yaratmaktadır. Bizim irademizin dışında yaratmamaktadır. Bizim irademizin, aklımızı kullanıp, yapıp yapmadığımızın dışında olanlar kaderimizdir. En sonunda, son tahlilde, sorumlu olduğumuz, olacağımız bir alan muhakkaksa kaderi ona göre anlamalı ve değerlendirmeliyiz.
Bizi ilgilendiren, Allah’ın bilip bizim bilmediğimiz sırlar değildir. İnsanoğlu, kendine bakmadan buraya merak sarmıştır: Burası ne aklî ne bilimsel bir alandır. Gaybdır. Gaybı ancak ve ancak Allah bilir dendiği halde, buraya uzanmak isteyenler olmuştur. Böyle olunca da kader anlayışını gayb alemine bağlayıp, sorumluluğu üzerlerinden atmaya kalkmışlardır. Bu, gayb inanışının bir istismarıdır.
Allahın, işleri niçin ve nasıl yaptığını, yani O’nun sanatını bilmek bize ait olmayıp, bizi ilgilendiren hususlar değildir, ve zaten bilmemiz ve anlamamız mümkün olmaz. Bizi ilgilendiren, bizi sorumlu kılacak tarafları algılamak, bilmek, yapmak veya yapmamaktır. Bunun için akıl cevherine ve tecrübeye sahibiz ve yeterli bilgiye sahip olabiliriz. Dinde de bu meseleyle ilgili durum beyan edilmiştir. Kaderin yanlış anlaşılmaması istenmiştir. Din, sınavdan, sorgulamaktan ve sorumlu tutulmaktan ve bunlar için gerekli özgürlük payından söz eder. Tercih hakkını belirler. Tevhid dininde, yani Allah’ın yolunda, insana ikaz ve ihtarlar yapılmış, öğüt verilmiştir. Hatta tehdit edilmiştir. Bunlar ancak özgür iradesi olana yapılır. Sonra öğrenme, önemli bir özgürlük ve seçim hakkı içindir. Şüphe varsa giderilmek istenir. Kur’an’da geçen ilgili kavramlar dikkat çekicidir. “Göklerde ve yerde öylesine ayetler (belgeler, deliller) vardır ki, onların yanından göz çevirir geçerler” (Yûsuf-105). “Size bu kadar açık deliller geldikten sonra, yine ayağınız kayarsa, iyi bilin ki Allah üstün ve güçlüdür, hikmet sahibidir” (Bakara-20). “… Nasıl olup da çevriliyorsunuz” (Mü‘min-62). Buradaki nasıl olup da ifadesini “niçin” olarak almalıyız. “Onlar Rablerinin öğüdünden (burada zikrinden) yüz çevirmişlerdir” (Enbiyâ-50). Şahitlerden bahsedilmektedir. “Şahitlerin şahitlik edeceği günde…” (Mü‘min-51). Allah herşeyi bildiği halde şahit niçin gereklidir? Bizzat suçluya suçunu kabul ettirmek, adaleti sağlamak içindir. “Kim doğru yolu seçerse, kendi iyiliği için seçmiş olur, kim de doğru yoldan sapmışsa, kendi zararına sapmış olur. Hiçbir suçlu, başkasınınkini yüklenmez. Bir elçi göndermedikçe azap etmeyiz” (İsrâ-15). “… Eğer onlar sizin tarafa geçmiş olsalardı…” (Fetih-25). “Ne olurdu bunlar bizim rağbetimiz Allahadır demiş olsalardı…” (Tevbe-59). “Kıssayı kendilerine anlatıver, olur ki düşünürler” (A‘raf-176). “… Akıllanıp vazgeçmezse onu perçeminden yakalayacağız” (A‘lak-15). “… Bu defa cimrilik edip yüz çevirdiler ve sözlerinden döndüler, zaten yan çizip duruyorlardı” (Tevbe-76). Görüldüğü ve daha bazı ayetlerde olduğu gibi;
– Kayıt altına alma, delil ve şahit tutma.
– Eğer, keşki, belki, ola ki ifadeleri.
– Şart koşulması. Şöyle olsaydı böyle olacaktı ifadeleri.
– Yan çizme, kaçınma ifadeleri.
– Gaflet, unutma.
– Pişman olma, dua, tövbe konuları.
– İnat ve ısrara sahip olma.
Bunlar özgür iradeye verilen yeri, seçimin ve insana düşen yapıp-etme payının varlığını işaret etmektedir. Kendi iradesi durup dururken, işi Allaha atmanın yanlışlığını dile getiren şu ayete bakınız: “Müşrikler diyecekler ki, Allah dileseydi ne biz ne de atalarımız ortak koşarak, hiçbir şeyi de haram yapmazdık. Onlardan önce yalanlayanlar da öyle demişlerdi de, sonuçta azabımızı tatmışlardı…” (En‘am-48) Nahl-35’de aynı mealdedir. Kur’an cebriyeci anlayışa kapıyı kapatmıştır.
Rabbimiz böyle dilemediği halde neden yanlış bir kader anlayışına kapıldık? Kendi irademiz, menfaatlerimize bağlanan benliğimize yönelmiş olduğu için. Sonra da kalkıp faturayı Allaha çıkarıyoruz. Bir kere şu abesten kurtulmak gerekir: Allah özgür irademizi yarattığı, yapıp ettiklerimizi bu irademize bağladığı, buna göre bize değer verdiği ve sorumlu tuttuğu halde, bu irademizi yine kendisi kullandırtmıyor. Bu olacak bir şey midir? Bu, inanılacak bir şey midir? Allah abes bir şey yapar mı? Bu nasıl Allah inanışıdır? Yoksa bize o yaptırtıyor da, yine bildiğini mi okuyor? Sonunda bir de ceza veriyor? “Allah zalim değildir” diyen hâşâ başka bir Allah mı? (Âl-i İmran-182; Tevbe-70; Yunus-44; Hûd-101; Nahl-118; Kehf-49; Rum-9; Zuhruf-76: Allah zalim değildir). Zulüm yerine hikmeti koyacaksak, hikmeti sorumluluk ve karşılığı olan işlerde aramamalı, başka yerlerde aramalıdır. Hikmet bize sorumluluk yüklemez. Çünkü hikmet, bize ait değil, Allaha aittir. Orada ne bize, hâşâ ne Allaha sorgu sual vardır.
Deprem ve diğer afetlerde, yanlış kader anlayışımız ve sorumsuzluğumuz, çoğu zaman da hainliklerimiz yüzünden ne acılar çekiliyor. Günahsız bebeler ölüyor. İnsanlar evsiz barksız kalıyor. Maddî-manevî ne ızdıraplar yaşanıyor. Nasıl hesap vereceğiz? Yoksa vermeyecek miyiz diye mi inanıyorsunuz? Bunun vebalinden sadece “Allaha inanıyorum” diye dahi kurtulamazsınız. Çünkü inananların Kutsal Kitabı, “Allah ve ahiret gününe inananlar”, “Allaha inanan ve ameli salih (iyi işler) işleyenler” der. Bunu tekrarlayıp durmuştur. Yine Kur’an, “Allah, işini en iyi yapanı sever” buyurmuştur (Bakara-195; Âl-i İmran-148; Maide-13, 93).
Kurunun yanında yaş da yanıyor. Evet, ne yazık ki acı gerçek budur. Kur’an bunu da beyan etmiştir. Hz. Musa, dua niteliğinde Allah’a şöyle yönelmiştir: “İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizi de helak eder misin Allah’ım?” (A‘râf-155). Yine Kur’an şöyle der: “Bir de öyle bir fitneden sakının ki, o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz…” (Enfâl-25). “Zulmedenlere meyletmeyin; sonra size de ateş dokunur…” (Hûd-113). Ancak şunu açık olarak belirtmeliyiz ki, kurunun yanında yanan yaşların başına gelenler, asla bir ceza niteliğinde değildir. Bu depremde ölen, yaralanan ve zarar görenlerin büyük çoğunluğu cezaya uğramış olarak bunlar başlarına gelmemiştir. Aralarında kurular varsa, yani bu konu ile ilgili suçlular varsa o başka. Kadere değil, kaderden zarar görenlere sebep olanlar, halkımızın tabiriyle tuzu kurular, yani sorumluluğunu yerine getirmeyen yönetici, müteahhit, etkili ve yetkililerdir. Kötüler yüzünden bu felaketler başımıza gelebildiği gibi, iyiler sayesinde kurtuluruz da. “Eğer Allah, insanlardan bir kısmının kötülüğünü diğerleriyle savması olmasaydı, elbette yeryüzü altüst olurdu” (Bakara-251; Hac-40). Bütün dünyayı felakete götürmek yönelişinde olanlara, bütün toplumları fitne fesada boğanlara ne demeli? Hz. Musa gibi soru niteliğinde dua etmeliyiz.
——————————————————————————————————————-
Demokrasiden parti devletine, parti devletinden mafya devletine – Prof. Dr. Yümni Sezen
Siyasi dalgalanmaları, günlük ilginç olayları, iyi-kötü haberleri, iktisadi sızlanmaları, haksızlıkları ve daha birçok başa gelenleri, hergün, her hafta, her ay, her yıl yaşayıp gidiyoruz. Bunları tümevarımla, bilimsel metotlarla bütünleştirmek gerekir. sosyolojik bakış açısıdır bu. Olaylar önemlidir. Onlar olmasa, onlara şahit olunmasa, biz bu yazıları yazamayız. Fakat, teorik, genel çerçevelere bağlayıcı bu yazıları yazsak da, yazmasak da bu olaylar cereyan edip gitmektedir ve gidecektir. Yani parça parça da olsa, dağınık görünse de gerçek olanlar bunlardır. Ancak şurası da unutulmamalıdır ki, bu dalgalanmalara takılıp kalmak, lafebelikleri içinde boğulmak, meseleleri anlamaya yetmez, dedikodudan ibaret kalır. metot, asıl kadar önemlidir. Ele alacağımız konunun sosyolojik yorumuna lafı getireceğimiz belli oldu sanıyorum.
Dünya, siyasi partilerle tanıştığından beri, demokratik siyasi hayat, çoğu kez bu siyaset şeklinden yarar görmüş, bazan da zararlı çıkmıştır. Ferdî ve sosyal seviye bunu tayin etmiş, seviye uygun hale gelmemişse, menfaat tutkunlukları, ideoloji aşırılıkları veya sapmaları, çeşitli ihtiraslar ağır basmışsa, çok partili demokratik hayat yön değiştirebilmiştir. Devlet, tek parti devleti haline sokulabilmiştir. Başta Avrupa olmak üzere, bunun örnekleri çoktur.
“Devletçi” olmakla, tek parti devleti haline gelmeyi birbirine karıştırmamalıdır. Devletçi olmak, devletin hakim olduğu iktisadî-sosyal bir programı tercih edip uygulamaktır ki, bu, demokratik düzende de mümkündür. Parti devleti ise, bütün ideolojik, felsefî iktisadî, hukukî anlayış ve uygulamanın tek partiye hasredilmesi, devletle partinin bütünleştirilmesidir. Devletçi iktidar, serbest piyasa ekonomisinden oldukça kaçınmıştır ama tek parti devleti, sözüm ona serbest piyasa ekonomisi uygular görünse de tek parti devletidir. Onu da kendine bağlamıştır. Artık demokrasiye son verilmiş, sadece göstermelik bir adı kalmıştır. Oysa, tek partiden veya koalisyondan oluşan bir iktidar, eğer demokratik düzene uyuyorsa, devletçi programıyla, adaleti sağlamak amacı güdebilir, sanayi toplumu olmanın yolunu açmak istemiş olabilir. Çünkü inanmaktadır ki, aşırı serbestlik, demokrasiye uysa bile, adaleti ve dengeleri bozabilir. Yine inanmaktadır ki bazı büyük işler, fertlerce ve gruplarca değil, ancak devletçe yapılabilir. Günü gelince böyle bir iktidar, yine demokratik yolla iktidarı terkeder ve başka siyasi gruplar gelip daha farklı programlar uygulayabilirler. Parti devleti böyle birşey değildir. İlla iktidarda kalma arzusu içindedir ve bunun için her türlü yolu dener.
Normal siyasi parti, isteklerle gerçek arasındaki çelişkileri ortadan kaldırmaya uğraşır, ümit verir, ama halkı kandırmaz. “Kandırmak”, “nurlu ufuklar vadetmek”, siyasetin doğasında vardır derler ama, doğru değildir. Yönetme sanatı başkadır, kandırma başka şeydir. Ümit ile boş hayaller de farklıdır. Kandırmayı ve empoze etmeyi esas alan bir siyasi partinin, sürekli iktidarda kalma ihtirası, özellikle başarısız olduğunda, koyu taraftar ve siyasi mürit psikolojisine başvurur. Herkesi memnun etmek, herkesi ikna etmek mümkün olmadığına göre, daha kolay olanı seçer ve yandaşın desteğini kazanır. Hem kendisi onları destekleyip besler, hem onlar iktidarı. Bölme, kamplaştırma, ötekileştirme kaçınılmaz olmuştur. Bu metot çokça uygulanmıştır.
Tek parti devletinin ideolojisine gelince, ya ürettikleri bir ideoloji olur, ya istismar ettikleri mevcut bir ideoloji vardır. Güçlü ve gerçek ideolojiler, parti devletlerince ya “ayaklar altına alınmıştır” ya bu da istismar edilerek kendilerine göre yorumlanacaktır. Tipik bir özellik daha vardır. Bu partiler, siyaset ve ideolojilerine, beklentilerine uygun okul türü, cemaat, tarikat seçerler. Bunları kendi odakları yapmaya çalışırlar. Kuruluş gayesi ve anlamı böyle olmasa da, bazı okulları böyle bir odak yapmaya çalışmışlardır. Burada öğrenci veya müritler, siyasi birer mürit olmuştur.
Parti devletlerinde, fazlasıyla mağduriyete uğrayan, çünkü en çok musallat olunan hayat tarzı dinî hayattır. Din, ya kontrol altına alınır, ya yönlendirilir, yahut da reddedilir. Ama daha çok istismar edilir. Din, bu ortamda her türlü sapmanın, kin ve öfkenin, ötekileştirerek ve berikileştirerek egemenlik kurmanın vasıtası haline getirilmiş, yolsuzlukların bile meşrulaştırma aracı yapılmıştır. Yalnızca adalet bozulmakla kalmamış, dinin anlamı ve gayesi buğulanmış, gerçek din ve dindar bundan zarar görmüştür.
Hukuk, parti devletlerinde hassas ve tehlikede bir alandır. Bilindiği gibi, gerçek şu ki, iyi insan da, kötü insan da, iyi işler yapan da kötü işler yapan da hukukun teminatı altındadır. Hukuk, adalet ölçüsü içinde herkesi korur. Kanunlar yaparak bunu yerine getirir. Ferdi özgürlükler de, toplum düzeni de hukuka muhtaçtır ve bunun teminatı altındadır. Tek parti devletleri, kendilerine bağlı olmayan hukuktan hoşlanmazlar. Kendi ürettikleri kanun ve kararlarla işi götürmek isterler. Unutmamalı ki hukuk ve kanun, biribiriyle ilişkilidir ama aynı şey değildir.
Küresel bir anlayışta, anlattıklarımız tuhaf değil midir? Değildir. Küresel hale gelmiş bir ferdî-toplumsal anlayış ve hayat tarzı, bu gibi olumsuzluklara izin verir mi? Verir. Çünkü, gerçek gibi görünen, dış yüzüyle olumlu imaj veren küreselliğin perde arkası, niyetler ağıyla örülüdür. Dış güçlerin, sözünü ettiğimiz ortam işlerine gelebilir. Çok grupla muhatap olmak, onlarla anlaşmak yerine bir grup ve tek otoriteyle anlaşıp uyuşmak daha kolaydır.
Dile getirdiğimiz bunca olumsuzluğun sebebini nerede aramalıyız? Birçok sebep olabilir ama başta geleni, demokrasiyle olan farktır. Tek parti devletinde veya daha totaliter rejimlerde, toplumun beyin gücünün cüzi bir kısmının, o da tahakküm becerisine kullanılması, geri kalan beyin gücünden faydalanılmamasıdır. Otoritenin dışında kalanların beyin güçleri, kabiliyetleri, adeta iptal edilmiş, hak, hukuk ve arzuları, teklif ve tavsiyeleri görmezlikten gelinmiştir. Kaynağı beşerî olmayan bir tevhid dininin peygamberi bile, dünya işlerinde etrafına danışmıştır. Bugün demokrasinin nimetleri az şey değildir.
Parti devletinden mafya devletine geçeceğiz, yani parti devleti ile mafyanın iç içeliğini anlatacağız ama, bunun daha iyi anlaşılabilmesi için önce para ve “para iktisadi düzenine” bakmamız gererekecektir.
Para, emeğin, servetin, üretilen mal ve değerlerin, yiyip-içtiklerimizin, kısaca ferdî ve toplumsal fayda ve menfaatlerin sembolüdür. Fakat, şurası önemlidir ki, para olmasa da hizmet ve menfaatler vardır, bunlar olmazsa para yoktur. Yani biri gerçek, biri bu gerçeğin temsil ettiğine itibar edilen bir semboldür. Hizmete, mal ve değerlere bakmadan, onları hesap etmeden, sırf sembol değeri üzerinden işlem yapmak, toplumu çıkmaza sürükler. Para gibi bir sembol vasıtanın kullanılmadığı zamanlarda da, insanlar yiyip içiyorlar, elde ettiklerini paylaşıyorlar ve takas yoluyla mübadele ediyorlardı. Sosyal hayat geliştikçe, nüfus çoğaldıkça, medenileştikçe, vasıtalar ve semboller de geliştirilerek kullanılmaya başlandı. Para ile ilgili bu mini felsefe ve yorumu yapmamızın sebebi, iktisadi düzenin ve güç odaklarının gerçeğini ve bu gerçeğin saptırılabilmesini anlamaktır. Yalnız maddî fayda ile değil, ahlakla, vicdanla, ilgi ve ilişkiyi kavrayabilmektir. Bir örnek bunu görebilmemizi kolaylaştırır: Hollanda tahtının varisi genç kız prenses Catharina Amola, yıllık 1,5 milyon euro ödenek hakkından feragat etti. Başbakana mektup yazan, geleceğin Kraliçesi, karşılığında bir şey yapmadığım parayı almak rahatsız edici, demiştir. Hem de gücü elinde bulunduran bir aile ferdinden, hem bir iktisadî gerçeği duymak, hem bunun vicdana yansımasını görmek, şanstır. Dayandığı ve temsil ettiği değer ve hizmetlere bakmaksızın, bunların varlıklarından bağımsız, spekülatif tarzda hareket ederek, para gücünü eline geçirenler, toplumun ensesinde boza pişirmişler, dengeleri bozmuşlar, iktisadî-sosyal uçurumlar yaratmışlar, adaleti katletmişlerdir. Misal olarak, 10 milyon lirayı, karşılığında hizmet, ürün, eşya, mülk olmaksızın, gasp, çalma, yolsuzluk v.b. yollarla ele geçiren biri, birileri çoğaldıkça, iktisadî hayat altüst olur, ama bazı güçler bu yolla beslenmiş olur. sömürücü sınıf, bu yolla daha kolay semirir. Haksız yere sahip olmakta, para, başka deyişle sanal iktisat, kolaylık sağlamıştır. Bir çuval pirinç çalacağına, yüz lira gasbetmek daha kolaydır. Paraya dayalı iktisadî düzen, kapitalist sistemin doğasıdır diyecek olanların, değerlendirmemize gülecekleri muhtemeldir. Fakat, ne denirse densin, işin aslı budur. Marksizm, bunu biraz değişik bir tarzda anlattı. Doğru anlattı. Fakat bu doğrunun içinde, insanı kaybetmek gibi bir macera getirdi. Dolayısıyla karşı çıkıldı. Bu macera uzundur.
Para iktisadında para, daha doğru deyişle paraya hâkim olanlar ilahlaşmıştır. Bu güce hâkim olmak isteyenler kimlerdir? Rayından çıkmış bir devlet kadroları, sömürücü ve zalim modern derebeyleri, mafya denilen sanki meşrulaştırılmış suç örgütleri. Mafya için en kolay ve rahat güç kaynağı paradır ve bunun yerine geçebilecek dostu silahtır.
Para olmaksızın ticaret mi olur, ithalat-ihracat mı, kısaca iktisadî hayat mı olur diyenlere şöyle deyiniz: Para olsa da mal olmaksızın bunları nasıl yapacağız? Olsa olsa hayali ihracat yaparız. Bakın işte burada para var, ama orta yerde mal yoktur.
üretimin, istikrarın bulunmadığı, işsizliğin arttığı, yaşamak için lazım olan şeylerde uçurumların oluştuğu, adaletsizliğin kol gezdiği, her türlü yolsuzluğun ve hırsızlığın meşrulaştığı yerde, para ancak can çıkarır. Mafya da zaten bu işe hazır ortaktır.
Her şeyi paraya tahsil etmeye başlamış bir toplum, buna uygun kapitalist devletine alıştırılmıştır. Bu yoldaki bir iktidar, sürekli paraya ihtiyaç duyduğu için, özelleştirmeyi abartır, devletin, dolayısıyla milletin nesi varsa satar. Çok ve çabuk para getiren sektörleri, diğerlerine tercih eder. Tarım ve hayvancılık yerine, lüzumlu-lüzumsuz inşaat gibi. Hazineyi, üreticilere değil, para sevici spekülatörlere açabilir. Bu tür iktidarların, para aşkının yüzlerce misali vardır da, son günlerde haberlere konu olan tipik bir misal, her şeyi anlamamıza yardımcı olabilir. Köyün tek tuvaletini, devlet ihaleyle sattı. Tuvaleti 18 bin 200 liraya satınalan kişi, yıkma kararı verdi. Köy karıştı. Köy kahvesinin yanıbaşında bulunan, köylünün ve köye gelen misafirlerin kullandığı tuvaleti, kurtarmak için köy muhtarının verdiği mücadele sonuç vermedi. Şimdi, köye gelen misafirler tuvalete nereye gidecek, çok zor durumda kaldık, dediler (Sözcü Gazetesi, 12.06.2021). Para elde edilmişti ya, halkın ihtiyacı önemli değildi.
Para gücüne dayalı, totaliter bir parti yönetiminin şımarmasına imkân vermeyecek olanlar bellidir. Kaliteli bir üretim, ihracatın ithalattan fazla olması, meşru ve ahlaklı bir hizmet sektörü, dengeli ve sapmamış bir tüketim. Bunlar bu zehirin panzehiridirler. Adalet ve özgürlük asla terkedilmemelidir. Parti devleti, zamanla halkın partisi olmaktan çıkar. Niyazi Berkes’in dediği gibi, “İşadamlarının, ağaların partisi haline gelir. Halk, artık bu partinin dışında kalır.” (Niyazi Berkes, Atatürk ve Devrimleri, s. 37, 38). Ancak halk, kandırılarak, aldatılarak bu noktaya geldiğini, er geç anlayacaktır.
Geldik mafyaya. Mafyanın işi kolaylaştı. Çünkü mafyanın ne fabrikaya, ne doktor muayenehanesine, ne tarlaya, ne koyun sürüsüne ihtiyacı yoktur. Bunları ve diğerlerini satın alabilecek paraya ve onun satınalabileceği silaha ihtiyacı vardır. Bir de “suç müridine.” Bu da para ile hayat bulur. Kimse, bir çuval buğday, 10 adet inek, bir traktor için militan olmaz. Bunlar için yandaş olunabilir ama, mafya üyesi değil.
Adı ne olursa olsun, bugün mafya dediğimizin benzerleri, her zaman, her idari rejimde bulunmuştur. Bu o kadar önemli değildir. Çünkü arızî durumdadırlar, uçlarda dururlar, sosyal bünyeyi etkilemezler, o günkü hukuki ve kanuni sistem, bunları tecrid etmiştir. Önemli olan, bunların, bir devletin bünyesine dahil ve müdahil olması, onunla iç içe girebilmesidir. Totaliter parti devletleri, bunlara adeta muhtaç hale gelmiştir ki işin vahameti buradadır.
Mafya, büyük şehirlerde daha çok boy gösterir. Paranın her şey oludğu güç düzeninde ve rayından çıkmış yönetim alanında gelişir. Mafya, adeta yandaş grubuna katılmıştır. Bir samimiyet olmayabilir, fakat güç, ortaklaşması yetmiştir. Devletle ortaklaşa bir yere oturduğuna, hatta devletleştiğine dair epey örnek vardır. Haberlerde rastlamışsınızdır: “Sicilya’da güvenlik mafyadan soruluyor. İtalya’da 10 vatandaştan sadece 3’ü, hukuka güveniyor. Girişimciler, çalınan mallarını geri almak, ya da borçları tahsil etmek için, devletin değil, mafyanın kapısını çalıyor.” (Yeniçağ Gazetesi, 12.06.2021). Bizde de mafyadan her ay on bin dolar alan milletvekilinden söz edilip duruyor.
ABD başkanlığı da yapan Kenedy’nin ailesinin, yalnız silah ticareti değil, uyuşturucu ticareti de yaparak, İrlanda’dan gelmiş bir aile olduğu bilinir. Bir önceki ABD başkanı Trump’ın dedesinin beyaz kadın ticareti yaptığını, Amerikalıların kendileri söylüyor.
Çakal Carlos’u terörist olduğu için ayrı tutarsak, Alcopan, John Gotti, Sicilya kökenli Lueky Luciana ve daha birçoğu, Amerikan devletiyle iç içe, otoriteyi paylaşan grup liderleriydi. ABD’inde devlet, başkandan ve bu gruplardan ibaret değildir elbette, ama yönetimin yönetilmesinde, bunlar da egemen olmuştur. Bir filmde Marlon Brando’nun temsil ettiği Carlione ailesi, gerçektir. Carlione ailesi, devletle bütünleşmiştir. Carlione’nin cenazesine, gerçekten senatörler katılmıştır. Filim, gerçek hayat hikâyesini yansıtmıştır.
İnanılması güç ama, bir devlet yönetiminin mafyaya dönüşmesi, ya da mafyanın devletleşmesi, yüzyılımızın gerçeği olarak karşımızda duruyor. Kapitalizm, kenar noktalarda da olsa bunu bize yaşatıyor. Türkiye’nin maalesef bundan pay almış olması, üzücüdür.
https://www.yenicaggazetesi.com.tr/demokrasiden-parti-devletine-parti-devletinden-mafya-devletine–prof-dr-yumni-sezen-458907h.htm
DÜNYA AHVALİNİN KİTABI ve TÜRKİYE SAYFASI
-I-
İnsanlık Omurgasının Fıtıkları
Prof. Dr. Yümni SEZEN
Kitabın içindekiler kısmının öne çıkanlarının akademik dedikodusunu yapacağız. Kitap kalın. Fakat seçmece yapınca kolay okunur. Ayrıca, unutmayalım ki bu bir makaledir. Kültür ve medeniyet tahlilleri sonraya kalacaktır. Teknoloji mabetlerine de sonra sıra gelecektir.
Önce dünya ahvalinin öne çıkanları neymiş, özetleyerek bakalım. Bir trilyon dolaklık gıda çöpe gidiyormuş. Ama 27 bin kişi her gün açlıktan ölüyormuş. Dünyanın 820 milyonu aç, 1.9 milyonu kilolu. Yani fazla tok. Bunlar araştırmacıların ve uzmanların basına aksetmiş tespitleri. Çöpe giden ve israf olan gıda miktarı, yıllık 1.3 milyar ton. Dünyada her gün 8 kişiden biri aç uyumakta, 20 binden fazla çocuk açlık ve yetersiz beslenmeden hayatını kaybetmektedir. Buna karşı 120 milyon çocuk (3-12 yaş) aşırı şişmandır (obez). Her yıl 2.8 milyon kişi aşırı şişmanlıktan ölüyor. Tabiatın azizliğine (!) bakın. Dünya ahvalini bunlar anlamaya yeter de biz başka başlıklara da göz atalım ve insan türünü çıkmazlara götüren halleri yakalamaya çalışalım.
Özgürlükle, demokrasiyle dost olduğunu yalan dolan algılatan süper kapitalizm sayesinde adalet, göğe çekilmiştir. Neokapitalizme ben süper kapitalizm diyorum. Aynı heyulayı tanımlamak için siz başka bir ad verebilirsiniz. Orada oligarşik güçler iş başındadır. Silah, ilaç, gıda, kozmetik oligarşileri özellikle… 20. yy. medeniyeti (artık 21. yy.’a sarktı), hizmetleri ve nimetleri külfete çeviren, tezatları yaşayan, güzel-çirkin her şeyi, ölümü bile reklam eden bir medeniyet olmuştur. Barış der, sürekli silah üretir. Demokrasi der, zalim diktatörlükleri gizli-açık destekler. Sigara üretir, paketinin üzerine “öldürür ha!” diye yazar. Sahte bir özgürlük ve özgür irade patronudur. İsrafı sadece fakirler için menetmek ister. Zina, sağlık yönünden de sakıncalıdır der, nikahsız evlilikleri, her türlü fuhşu teşvik eder, süsler püsler. Sadece özgürlüğü istismar etmez, her türlü kötülüye estetik elbisesi giydirmeyi becerir. Şeker zararlıdır der, başta çocuklar için sürekli ve çeşit çeşit şekerli, katkı maddeli yiyecek üretir. Tezatlar bu kadar değil elbette ama bu kadarı yetmez mi? Türkiye ayağı bunların üzerine tam olarak basmıştır. Daha da ilginçliklerle doludur. Hırsızlık her yerde hırsızlıktır ve mevcuttur ama bizde: Seçimde oy çalınır, sınav soruları çalınır, bronz heykel çalınır. Kredi kartı, adres bilgileri, çocuk oyuncakları, çalınanlar arasındadır. Bilgisayar, cüzdan çalınması, zaten normal işlerdendir. Demiryolu rayı, kuş cennetinden kuş, deprem konteyneri, camiden Kâbe örtüsü, cami kubbesinden kurşun plaka çalınır mı demeyin, çalındı. Köprünün demir korkulukları, otobandan bariyerler, kaldırım taşı çalınır mı? Çalındı. Daha neler neler… Sanki bu topluma; ahlak, edep, İslamiyet hiç uğramamış gibi.
Bir cemaatin ödülü dolayısıyla bir araya gelmişlerin fotoğraf karesindeki durumunu görmenizi isterim. Olmazların olduğu bir manzara. Bir araya gelmezlerin geldiği bir hoşgörü abidesi mi, yoksa halkın söyleyişiyle omurgasızlık abidesinin 21. yy.’daki yansıması mı, siz karar verin (Bkz. Mehmet Faraç, Yeniçağ Gazetesi, 11.02.2022). Bir de para ve silah oligarkı Soros’un Türkiye’deki en iyi öğrencilerinin siyasî kargaşadaki yerine bakın ve düşünün (Bkz. Aytunç Erkin, Sözcü Gazetesi, 11.04.2022).
Siyaset ve yönetim mi dediniz? Fenerbahçe-Beşiktaş maçının hakemliğini Fenerbahçe kulübünün başkanı yapıyor, bütün maçları, Fenerbahçe kulübü başkanı ve takım kaptanı ve oyuncuları yönetiyor. Mahkemede hem davanın hem davalıların davasının avukatlığını aynı avukat, davacının avukatı yapıyor.
İslam dünyasına gelince dini tezgâha koymuş, satış yapıp duruyor; mala rağbet azaldıkça, merdiven altı tezgâhtan malzemeyi tezgâha çıkarıp duruyorlar. Kumlara gömülü inci ve pırlantaları çıkarıp kalbinin üzerinde taşıyacağı yerde, çamurda debelenip duruyorlar.
Bu kadar yeter. Gelelim felsefeye. Bizi de diğer insanları da içine düştüğü belalardan koruma rehberliği yapabilirdi. Nitekim bu rehberlikte başarılı olduğu dönemler oldu. Fakat felsefe, ona çatık kaşla bakanlara karşı, kendini bile koruyamadı. İlâhiyat eğitim-öğretiminden felsefe dersleri kaldırılma yoluna gidildi, olan da itilip kakıldı. Felsefesiz din öğretiminin ancak haricilerin bugünkü temsilcisi IŞİD militanı yetiştirebileceğini hiç düşünmediler. Felsefe iki düşmandan kendini özellikle koruyamamıştır. Bilimsiz din, bilimsel dinsizlik.
Birincisi açıkça kendini belli ediyor. Bugün IŞİD, meramı anlatmaya uygun bir örnek oldu. Geçmişte adı hariciler idi. Geçmişte ve şimdi örnekler çoktur. Batıda engizisyonlar dönemi de aynı sınıftandır. Bugün İran’da başörtüsü biçiminden dolayı öldürülen kız, meseleyi anlamamıza yardımcı olur. Birkaç örneğe daha bakalım: “Kur’an’ın mealini okumamak gerekir”, “erkekte sakalın jiletle alınması lanetlenmiştir.” “Numaratörle yapılan zikir, teknolojiden de faydalanmaktır. Sayı şaşmamalıdır. Bin adet olursa verilecek huri sayısı çok artar.” Neler neler… Bunların, hakikati özleyen, arayan bir felsefe ile ilgisi yoktur. Bilgide, anlamada, irade kullanmakta, kendileri adına düşünenlere bırakılmış, teslimiyet onlara yapılmış etkili ve yetkililerin de içinde bulunduğu, asimetrik paralel ikinci dindir bu. Bu sapmalarla yola çıkıldığında, dinin aydınlığına vasıta olacak felsefeye ulaşmak mümkün olmaz. Genellikle kestirilip atılmıştır: Felsefe saptırır, dinde felsefenin yeri yoktur. Oysa felsefe olmasaydı, kumlara gömüldü dediğimiz o inci ve pırlantaların hiç değilse bir kısmını da kurtaramazdık. Felsefe olmasaydı dindar; kurgulanmış yapay bir müminden, dinin görünen, şekillenen kuralları ile montajlanmış bir robottan ibaret olurdu. Nitekim olmuştur. Elbette kurallar ve disiplin her yerde olduğu gibi, dinde de önemlidir. Ancak kurallar, ilkelerle ve hedeflerle ahenkli olacak, bir robotun hareketleri gibi olmayacak, özgür iradeyle benimsenmiş ve hedef anlaşılmış olmalıdır. Biz de biliyoruz ki, hiçbir felsefe, yalnız felsefe olarak, hakikatin kendisi olmayabilir. Fakat kesin olan şudur ki hakikate giden yolun önünü açan zihnî bir sistemdir. Tersinden hareket eden felsefe iddiasındakiler, dikkat edilirse, felsefe değil bazı ideolojilerdir. Felsefî düşünce disiplini olmadan, bilimi de anlamlandıramayız, dindeki nakli de anlayamayız. “Bedevîler iman ettik dediler. De ki: Siz iman etmediniz, ama boyun eğdik deyin. Henüz iman kalplerinize girmedi…” (Hucurat-14). İhtimal ki bunu işaret etmektedir.
İkinci felsefe düşmanı olan bilimsel dinsizlik, sinsidir ve üstü örtülüdür. Açık olanı, ancak istisnalardır. Bilimsel dinsizlik; yapacağını, bilimi kullanarak yapıyor. Bazan felsefeyi kullandığı da olur. Peki, Bilimsel dinsizlik ne yapar? İtaat çerçevenizi ve bununla irtibatlandırdığınız felsefenizi, din anlayışındaki yamukluklara, yanlışlıklara bakarak inşa etmenizi ister. Sonra bunu, henüz yolculukta bulunan bilimin sonuçlarıyla karşılaştırıyor, edebiyatla da süsleyip güzelleştiriyor. Aslında ortaya çıkan beğenmemezlik felsefesidir. Yanlışı fark etmek önemlidir ama sadece bunu bilmekle doğruya varılamaz. Bu tavır, doğruyu anlamaya yetmez. Doğru iddiasının kendisini, orijinini anlamak gerekir. Bilimsellik dinsizlik getiriyor, demiyoruz. Halk arasında denildiği gibi bu çeşit anlama, lafı kuyruğundan anlamadır. Bilimselliğin dinsizlik getirdiğinden değil, bilimi dinsizlik için kullananlardan söz etmek istiyoruz.
Felsefesizlik ikisinde de, dinde de bilimde de bizi bir yerlere mahkûm eder. Ya merdiven altına ya teknoloji tapınağına…
Öğrenimimiz sırasında ustamız şöyle demişti: Dünün felsefesi bugünün bilimi olmuştur, bugünün bilimi yarının felsefesi olacaktır. Ustamız haklıydı. Bilim ve felsefe ilişkisini, zaman içinde böyle ortaya koyarsak, yolculuğumuz anlam kazana kazana devam edecektir.
DÜNYA AHVALİNİN KİTABI VE TÜRKİYE SAYFASI
II
Özel Bölüm: İLAHİ HARD DİSK
Din, bilim felsefeden sonra din karşıtlarından söz etmek istiyoruz. Bir önceki makalemizde adını bilimsel dinsizler diye koyduklarımızın bol malzemesi olup bazı hususları çok sık kullanırlar.
Miraç olur mu?
Çamurdan yaratılma,
Peygamberler neden hep Ortadoğu’da?
İnsan; uyarıcılardan değil bilimden beklemektedir,
Bilimsel konular, gen, DNA vb. dine ters düşmüyor mu?
Din kültür ilişkisi
Dua
Bunlar elbette sadece din karşıtlarının değil düşünen her insanın, özellikle her aydının merak ettiği konulardır. Fakat din karşıtları için bunlar fırsat konular olmaktadırlar.
Şimdi kendilerini Müslüman olarak görüp mücahitlik yaptığını zannedenlerin verdikleri yanlış ve özünden uzaklaştırılıp katılaştırılmış bilgilere karşılık açık veya gizlenmiş din karşıtlarının bu bilgileri öne sürüp maddeci akım içinde yoğurarak ısrarla üzerinde durdukları yukarıda saydığımız konular üzerinde duralım.
– Miraç; Hz. Peygamberin göğe çıkması: Buna çok takılırlar. Bir gece vasıtasız göğe çıkılır mıymış? Kur’an’da miraç yoktur. Uydurma hadise dayanarak kurgulanmış, Süleyman Çelebi’nin de şiirinde buna bilmeden katıldığı, Hristiyanların peygamberlerin üstünlüğü yarışına kapılmış, duygusallığa çekilmiş bir olaydır. Sufi edebiyattan ve dinî düşüncenin süslediği bir edebiyat örneğidir Kur’an’da sadece isra, yani bir gece Mekke’den Kudüs’e (Kabe’den Mescid-i Aksa’ya) gidiş dönüş vardır.
– Eğe kemiği ve kadın: Kadının yaratılmasında kaburga kemiği meselesi İsrailyattır. Yani bozulmuş bulunan Museviliğin bir uydurmasıdır. Getirip İslamiyet’e yamamaya kalkmışlardır. İslamiyet’te böyle bir şey yoktur
– Çamur ve yaratılma meselesi: Muğlak bir konudur. Ana karnında, sperm ile yumurtanın ıslak ortamdaki durumu mu; yoksa jeolojik gümbürtülerin fazla olduğu zamanlarda, lavların karıştığı suyla toprağın oluşturduğu ortamda bir hücre oluşup sonra bir çeşit mayalanma mıdır, bilemiyoruz. Ancak şunu öğreniyoruz; “İnsan üzerinden öyle bir zaman geçti ki o, henüz anılır bir şey değildi” (İnsan/Dehr 1)
– Peygamberler neden hep Ortadoğu’da? Bu tez doğru değil ki. Peygamberler buralarda geçenler ve söylenenlerden ibaret değildir. “Hiçbir toplum yoktur ki ona haberci göndermemiş olalım” (Mümin 44; Fatır 24; Yunus 47; Nahl 36; Ra’d 7), “Bir kısmını sana anlattık bir kısmını anlatmadık” (Nisa 164). Her bölgeye peygamber geldi fakat yine Kur’an ifadesiyle, her köye gelecek değildi ya. Adları bildirilen 25 peygambere merkezî peygamberler, diğerlerine çevre peygamberler diyoruz. Merkez ve çevre nereden çıktı? Şuradan: İlk insan tartışmalı da olsa (Âdem) Kuzeydoğu Afrika’da ortaya çıkıyor. Kızıldeniz, Batı Arabistan gibi, o bölgeler… Bu işin uzmanı ilim adamları; Çin, Avrupa, Güney Afrika, diyerek dolaşıp durdular. Kazılar, belgeler çeşitli yerlere götürüyordu onları. Fransızcadan tercüme ettiğim 23 yazarlı kitapta, (Evrenselden Özele Kültür) gördüm ki son kanaat bahsettiğim bölge. Çamurdan olmuş, yok maymundan dönmüşmüş, ne olursa olsun ilk insan ve eşi bu bölgededir. Ne olursa olsun dememiz önemsiz olduğundan değil, ayrı bir konu olduğundan, burada bu makaleye sığdıramayız demek istememizdendir. Bu bölgede üreyen insanlar burada dünyaya yayılmışlardır. İlk peygamberlerin (habercilerin, uyarıcıların) bu bölgede görülmesi doğaldır. Bu demek değildir ki on binlerce yıl içinde dağılıp gittikleri yerlerde onları uyaran, muallim de diyebileceğimiz kimseler olmamıştır. Böyle kimselerin geldikleri bildiriliyor ve mantıkî düşünce de böyle diyor. İslam peygamberine kendi çevresindekilerden örnekler verilmiştir. Bu doğaldır. Din, aynı zamanda kültürle ilişki kurmuş, kuracak bir alandır. Peygamberlerin kendi bildiği, anlayabileceği, önce dil, sonra bilgi ve örnekler gerekir. Her şeyi bilen, gaybı da bilen bir peygamber tasavvuru hem dindarlarda hem dine karşı çıkmakta bahane arayanlarda yanlış bir tasavvurudur. Arapların da tâbi olduğu Samiler bunun içindeki İbrani ve Aramiler ve benzerlerinin dilleri bile kökte benzerliklerini muhafaza ederek gelmiştir. Güney Amerika’daki yerlere ait veya Çin’deki, Hind’deki uyarıcılardan örnekler verilseydi yadırganmaz mıydı? Fakat her bölgede uyarıcıların varlığı söylenmiştir ve anlaşılabilir durumdadır. Amerikalı antropolog tuttuğu raporda; Kızılderili bir gencin, dedesinden duyduklarını nakleder (Bkz. David Krech ve arkadaşları, Cemiyet İçinde Fert). Söylenenler bir peygamber sözünden farksızdır. Yanlış algılarımız şuraya da uzanır: Uyarıcıların hepsinin aynı seviyede, aynı durumda olduklarını düşünürüz. Oysa bu tip insanlar tabiat üstünden ses getiren üç-beş doğru ve haklı, özlü cümlelerle haberci olmuşlardır. Ancak diğer düşünen ve devrine göre yazıp çizen insanlardan bazı özellikleriyle farklıdırlar. Elbette bu noktalardan sonrası inanmaya kalmıştır. Uyardıkları için bu insanlar ne çileler çekmişlerdir. Hud, Lut, İbrahim, Musa, İsa, Hz. peygamber ne eziyetlere maruz kalmışlardır.
–Bu uyarıcılar ve getirdikleri olmasaydı insanlığın hali nice olurdu? Dindarın da dinsizin de bunu düşünmesi gerekir. Haberciler, uyarıcılar gelmiş de dünya cennet mi olmuş? Bu kadar bilim insanı, teknik araştırıcı, fikir adamı ne güzellikler, ne kolaylıklar sağlamış da dünya cennet mi oldu? Olacağa benziyor mu? İkisi için de ya olmasaydı diye düşünmek daha gerçekçidir. Vahşi hayvanları düşünün. Bu canlıların kötü olduklarından, suçlu olduklarından söz etmiyorum. Böyle bir şey yok. Fakat bu vahşi yaratıklara bir de akıl verilseydi ne olurdu? Böyle düşünün. Akıl gibi bir silahla yapmak istediklerine neler katmazlardı. Akıl, insan gibi bir varlığın bile zararlarını yok edememiş bazen arttırmıştır. Lafı kuyruğundan anlaması muhtemeller için söylüyorum; biyolojik birer varlık oldukları ve doğal halde içgüdüleriyle yaşadıkları için bu örnekleri veriyoruz. Hayat mücadelesi kanunu bir gerçektir ve doğaldır. Ama orada kalmamak için bunu idealle kesiştirmek ve yükseltmek lazımdır. Mütefekkirler, bilim adamları, filozoflar derler ki: İnsan için hayat mücadelesi kanunu yalnız kalsaydı, insanlık perişan olurdu. Zekanın sivrildiği ve aklın eklendiği bir bencillik, insanlığın daha çok zarar görmesine yol açacaktı. Din ile gelen şefkat ve merhametimiz, zararların çoğalmasını engelledi. İnsanda ekstra aklî bir güç vardır. Bunu dine borçludur. Din, insan denen varlığı özgeci karakterini tayin eder. Ortak bir hayata, kendini feda etmeye götürür. Akıl insanı kontrol etmekte yetersizdir. Akıl, tabiatta her şeyi kurcalamakta, menfaat elde etmekte, sebep aramakta kabiliyetlidir. Hayatta ve tarihte gerçek faktör insanlardır. Onun içindir ki insanlık şimdiye kadar inançları olmaksızın yaşayamamıştır. Dinin olmadığı bir toplum düşünmek abestir. Ne geçmişte olmuştur ne gelecekte olması mümkündür. En çok hayati enerji veren, dindir. İnsan hayatını yürüten dindir. Din dışı sosyal bir dünya, kararlı olmayan bir sosyal dünya olurdu. Kararsızlık ve şüphe içinde bir dünya olurdu. Ferdî rahatlığın getirdiği ölü noktaya dönüştürülmüş bir dünya olurdu. Bir yüksek kültürün medeniyet merhalesi ile dini hayat arasında sıkı bir ilgi vardır. (Bkz. Benjamin Kidd, Gusave le Bon, Ch. Elwood, Fustel Goulange, Spengler, Toynbee’den naklen P.A. Sorokin, Çağdaş Toplum Teorileri 2; P.A. Sorokin, Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri)
Din, kültürü de bezemiş, zenginleştirmiş, edebiyatı, musiki başta sanatı yüksek derecelere çıkarmıştır. Dünyada din dışı bir kültür yoktur. Din ile yüklenmiş olmayan bir dil, musiki, şiir, roman bulunmaz. Din deyince, yanlış anlaşılmış ve kötü uygulanan, bozulmuş, ona layık olunamaz hale getirilmiş bir dinden söz etmediğimizi tekrar etmek gerekir mi bilmem.
Dinin kültürle ilişkisini söylerken şu hep dikkatten kaçar: Ateizmin kültürle ilişkisi. Ateizmin kültürle ilişkisi yoktur. Ateizmin kültürü yoktur. Yani kültürleşemez. Ateizm, ferdî bir meseledir ve ateistlerin hepsi, adlarıyla farkında olmadan uydukları gelenekleriyle, alışkanlıklarıyla, din ile yüklü belirli bir kültürün içindedirler. Eğer ısrarlı, özel vasiyetleri yoksa, öldüklerinde yapılan işlem ve muameleler de bulundukları kültüre göredir ve ona göre defnedilirler. Bundan ne çıkar? Hakikat mı? Evet, insanın hakikati, insan gerçeği çıkar. Nasıl suyun itme kanunundan, yerçekimi kanunundan, atom fiziğinden, füzyondan tabiatın gerçekleri çıkıyorsa; dinden de insanın gerçeği çıkar. Tabiatın gerçeği insanınkinden yukarıda ise, yahut şöyle diyelim; insan yüksek tabiat gerçeğinin ağaç, aslan, fare, solucan, göktaşı, mikrop vb. cinsinden bir parçası gibi görünüyorsa, bu da bir kanaat olabilir ama insan için yetersiz bir duraktır. Biliyoruz ki insan bununla yetinmemiştir. İnsan tabiat gerçeklerini bilir, bilmediklerini bulmaya çalışır fakat onları tapınılacak put yapmaz. Yapmışsa ona zaten putperest diyoruz. Buna rağmen insan bilir ki kendisi tabiattan üstündür. Buldukları ve bulacakları, yani bütün evren insan içindir ve hepsi insanın emrine, hizmetine verilmiştir. (Kur’an, Bakara 29) Dinde birçok delil ve örnek tabiattan verilmiştir fakat vasıta kılınmıştır. Bunu anlamak için de bilim gerekir. Ancak bilimi, put haline getirirsek aklın görevi bitmiş olur. Oysa aklı bilimle sınırlandıramayız. Tabiat kanunlarını birer birer keşfedince, birçok şeye erişince aklın görevi ve bilim dediğimiz alan bitiyor mu? Bilimde “az kaldı”, “bekle gör” diye bir şey yoktur. Dünya durdukça ve insan var oldukça arayış devam eder. Bilim “niçin” sorusuna değil, “nasıl” sorusuna cevap arar. Bilim, “ben varım, sonra ne olacak ve niçin olacak” sorusunu karşılayamaz. Zaten konusu da değildir. Temel niçinlerden bahsediyoruz. Sebep-sonuçtaki niçinler, nasılın izahıdır ve nasılın içinde dahildir.
– Güneş niçin var?
– Isı ve ışık için.
– Isı ve ışık niçin?
– Hayat için.
– Hayat niçin?
Temel niçindir bu. Bunun da karşılığı olmalıdır. Hiçbir şey anlamsız değildir ama bilimsellik çerçevesinde bunun cevabı yoktur. Bu alan, dinin ve felsefenin alanı ve konusudur. Bilimsel alandan koparılamamıştır ama bu, din ve felsefeyi hayal ve fantezilerden korumak içindir. Kapısını dine açık tutan, bilimle bağını koparmamış felsefe disiplinini takip edersek şöyle dememiz uygun olacaktır ve benzer şeyler de söylenmiştir:
Eğer tabiattan, yapısından, kanunlarından, maddenin dinamizminden daha üstünü yoksa, o zaman akıllı varlık olan insan, tabiatta fazlalıktır, gereksizdir. Sırf yaşamak için akla ihtiyaç yoktur. Nitekim yaşayan bütün varlıklar akıl olmaksızın yaşamaktadırlar ve mutludurlar. Mutsuzluğu en çok yaşayan varlık insandır. Akıl, onu mutlu etmekten çok mutsuz etmektedir. Ancak önemli olan sırf yaşamak mı; anlamak, arayıp bulmak, daha yukarılara çıkmak mı gibi bir tercih hakkımız yoktur. Her ikisi de bizim içindir ve büyük maksada yöneliktir.
-Gen, DNA gibi konuları din ile karşıtmış gibi düşünenler vardır. Dini reddetmek için bunları ve daha genelde bilimi sığınak olarak görürler. Tevhit dininin son merhalesi ve doruk noktası söz konusu edilirse; gen, DNA vb. unsurların kendisiyle çatıştırılması tuhaf olur. Olumsuz değil, olumlu ilişkiler vardır. Anlayabilirsek… Allah-âlem-insan, bu üçü yan yana değil iç içedir. Böyle olunca hiçbir noktası virgülü birbiriyle çatışmaz. Her şey ahenk içindedir, dinî tabirle nizam halindedir. Çatışmalar bizim kafamızda oluşur. O da ya sükûn bulur ve kanaate dönüşür ya da kaos devam eder. DNA bir yazılımdır. Dinde de bilimde de buna yer vardır. Hatta dinde lev-i mahfuz diye ezelden yazılım vardır. Fakat hassas nokta şudur: Yazılmış ise kim yazmıştır? Kendi kendine yazılım demek komiktir. Hard disk nasıl kendi kendisine bir yazılım değilse, DNA da kendi kendine yazılım olamaz.
İkinci hassas nokta şudur: Eğer bu yazılım, kişinin hayat süresinde; dışına çıkılamaz, mutlak zorunlu bir ağ, bir örgü ise yandık demektir. Bu şekilde dindardaki yanlış kader anlayışını bilim ile desteklemiş oluruz. İnsan dışındaki canlı-cansız varlıklar için sorun yoktur. Fakat insan biyoloji üstü, DNA’lar üstü yönleriyle bu yazılımı hem yaşar hem aşar. İrade, tercih, vazgeçme, bağışlama, arama vb. böyle başlar. Ezelî hard diskte bunlar yazılıdır. Özgürlük de genel DNA’da bir yazılımdır. Yani, özgürlük de kaderimizdir. Bizi sorumlu tutan bu kaderimizdir. Dinin tercihlerle aşkınlığı burada gizlenmiştir. Bilimin yolculuğu ve yarınları aynı özgürlük içindedir.
-Problem olmadığı halde problem aradıkları, din-kültür ilişkisi gibi din-medeniyet ilişkisi de din aleyhinde kurgular yapılmaktadır. Problem varmış gibi yorum yapılmaktadır. Din, medeniyet ve teknoloji üretmek için gelmemiş, buna zemin hazırlamak, anlamlı kılmak için teknoloji ve medeniyetin insana nimet sunması, külfet yüklememesi için var olmuştur. İnsana zararlı hale gelmeye başlayan, külfet yükleyen, yeni bir tapınma aracı olmaya yönelen teknoloji ve medeniyeti, evrensel din onaylamaz. Din, teknik ve medeniyete daha doğrusu onu kullanma biçimine onay vermeli, o medeniyet halkasına bir anlam yükleyebilmelidir. Bugün mesela insanı bir teknoloji mabedine mahkûm eden, teknoloji hapishanesine kapatan bir medeniyetin din ile elbette problemleri olacaktır.
Bilimsel dinsizlik şeklinde yola çıkan din karşıtları, dine karşıymış gibi gördükleri teknik ve medeniyeti çoğu zaman abartmışlar, gerçeği saptırmışlardır. Birçok örnek arasında Sümerler örneğine bakabiliriz. Sümerler, o dönemin en ileri toplumlarındandır belki de en ilerisidir. Tekerleği, ulaşım ve nakliyede kullandıkları, göğü inceleme merakları, bunun için ilkel de olsa aletler yaptıkları, eşya sandıkları üzerine irsaliye için yazılar yazdıkları bilinir. Diğer toplumlardan daha birçok hususta daha ileri oldukları tespit edilmiştir. Fakat şunlar doğru mudur? Yazıyı icat ettiler. Okullar açtılar; matematik, astronomi, geometri öğrenip öğrettiler. Hukukî antlaşmaların en güzellerini yazdılar. Çocuklar bütün gün okula gidiyorlardı, kız erkek birlikte okudular, ikinci bir dil (Akatça) öğreniyorlardı. Ticari hayatta faiz uyguluyorlardı. Vergilerde reform yapmışlardı. Kadınlar her alanda eşit oldular. Kadınlar doktor(?) olabiliyordu. Kadın müfettişler vardı. Kadınlar açık elbiseler giyiyor, makyaj yapıyorlardı. Kadınlar cinsellikle ilgili şarkılar söylüyor şiirler yazabiliyorlardı. Bazı belgeler, bazı tabletler üzerine, hangi maksatla hayali işleterek abartılan, sıradan şeylerin boyutunu arttırarak devasa bir medeniyetten bahsetmek nedir? Bize şu sorular sorulmayacak mı? Sümerlerin bu yüksek medeniyeti ne zaman, nasıl, niçin unutuldu? Sümerlerin yaşadığı Mezopotamya bölgesinde ve diğer yerlerde, daha sonra bu yüksek medeniyet neden görülmedi ve artarak devam etmedi? Medeniyet halkalarını birinden diğerlerine geçişleri, medeniyet birikimlerini tanıyor, biliyoruz. Bilim dünyası bundan gafil değildir. Sahip olunan bu medenî unsurlar neden unutulup kayboldu? Küçük kıyametle kıyametler mi koptu? Nuh tufanına benzer olaylar mı yaşandı? Bunların da belirtilmesi lâzımdır.
Son araştırmalarda Sümerlerin Türk oldukları anlaşıldı. Türk olarak bu atalarımızla elbette iftihar ederiz. Fakat doğrudan sapmamak lazımdır. Bu tespite göre; Orta Asya’ya, Mezopotamya’dan, Anadolu’dan göç ettikleri anlaşılıyor. Anadolu’dakilerle Orta Asya’dakiler ayrı Türk boyu değilse, göç doğruyorsa, o zaman torunları olarak bilim adına şunları sorarız: Sahip oldukları teknik ve medenî unsurları unuttular mı? Hatta neden artarak devam etmedi? Sarsıcı olaylar mı oldu? Sadece kadınlara verilen farklı önem konusunda bir benzerlik var, o kadar. Teknolojik ve medenî unsurlar çok geride. Gerçi uygarlıklarda ve diğer bazı kollarda gelişmişlikler var. Fakat bunlar yeni üretimlerdir ve sonradan da kaybolmamıştır.
Tekerleğin icadı Sümerlere ait dedik ama bu kullanılma alanından dolayıdır. Gerçekte daha önce tekerlek çocuk oyuncaklarında ve bazı oyunlarda kullanılmıştı. Ulaşım ve nakliye için kullanmamışlardı (Bkz. Jean François Dortier, Evrenselden Özele Kültür, çev. Yümni Sezen, sf, 145) Sümerler bunu ulaşım ve nakliyede kullanmış oldukları için icadı onlara ait sayıyoruz.
Kısacası bilimi de istismar etmemelidir. Din istismarcılarının yaptığını yapmamalıdır.
– Bizce yanlış değerlendirilen bir konu da insanın dinden dinin insandan istedikleri meselesidir. Benim dinden beklediğim bir şey yok denir. İnanmama noktasında bu sonuç elbette tutarlıdır. Böyle olunca neden dinin de benden istediği olmamalıdır. Doğal olarak bu da tutarlı bir sonuçtur. Fakat kapılar tamamen kapatılmamışsa şöyle değerlendirme yapabiliriz: Benim dinden, (İslam’dan) bilim ve insanlık adına ve kendi adıma beklentim; doğru bilgi ve kaynakların bize karışıksız, katışıksız, saptırılmadan ulaştırılmasıdır. İslam’ın benden bekledikleri nelerdir? Yaratıcıyı tanıyıp itaat etmek, elçilerine ve onlara vahyedilenlere inanmak, bunun dışında; ahlaklılık, iyilik, güzel davranışlar, adalettir. Bunları hem dünyevî ve sosyal gereklilik içinde, hem uhrevîlik ve ebedilik çerçevesinde yaparak değerlendirilmeye hazır kılmak istediğini bana bildirmiştir. Bunların özgür irade ile yapılmasını istemiştir. İslam’ın istekleri özgür iradeye dayanır diye sürekli tekrar edip duruyoruz. “Dinde zorlama yoktur”dan başlayarak bu ilkeleri ilgilenen herkes bilir. Zaten iman da zorlamayla ters düşer, özgürlükle uyumlaşır. Bunu da en kısır akıl bile kavrar. Zorla yapılan yaptırılan şey, inanma değildir. İnanmamanın, mantıkî doğası irade özgürlüğüdür. İyi ama insan başlangıçta özgür bırakılıyor sonra tehdit ediliyor. Hesap vermekle, azapla tehdit ediliyor. Unutuluyor ki bu tehdit ancak özgür bir iradeye yapılır. Siz bir hayvanı tehdit edebilir misiniz? Bir akıl hastasını veya bir ölüyü tehdit edebilir misiniz? Ölmek üzere olan, yani seçme imkânı kalmamış birini nasıl tehdit edebilirsiniz? Hapisteki birini hapisle tehdit edebilir misiniz? İyi ama tehdit niye? Sorumluluğu hatırlatmak, sapmışsa düzelme imkanına yer vermek, haklarının henüz bitmemiş olduğunu bildirmek içindir. Yapılanlar, düşünülen ve inanılanlar geçici ve orada kalıyorsa, varlığı ve yokluğu birdir. Vara 100 diyelim. 100 yaş karşılığı gibi olsun. 100, sonsuza göre sıfırdır. Uyarı, sadece o noktada kalıyor, herhangi bir kurum, kanun, daha sonrası ile ilgilenmiyorsa, varlığı ile yokluğu bir olur, olsa da olmasa da olur.
– Duaya takılırlar. Dine şaşı bakanlara göre dua, bilimsel kafaya uymaz. Dua, inananla ilgilidir. İnanmayan elbette dua etmez. Kimden ne isteyecektir? Kibir zaten buna engeldir. Kibrini bilimle(!) süslemiştir. Tabiattan mı isteyecekti? Tabiatın bizden haberi bile yoktur ki isteyelim. Ben tabiattan haberdarım, o benden değil. Tabiattan istediğimi, zaten onu döve döve, yara yara almaya çalışıyorum. Bir şey yapmadan tabiattan istemek abestir. Dua, bizde olmayanı, benim gayretimle olmayacak olanı istemektir. Yahut kusurlarımın bağışlanmasını istemektir. Tabiatın bizi affedip etmemek gibi bir özelliği yoktur. Her şeyi kendi gayretimizden istemek doğrudur ama işte bu doğru, insanı sadece tabiatın sıradan bir parçası yapmaktan öte görünmeyen bir doğrudur. Hayvanlar da böyle yapıyor. Yaşıyor ve kendi gayretini kullanıyor. Programın içindeki gayretiyle yaşıyor. Bizim farkımız olması gerekir. Bu farklardan biri de duadır. “Dualarınız olmasaydı ne değeriniz olurdu” (Furkan 77). Dua inanmanın büyük bir işaretidir. Dua gayret ve emeğe engel değildir. İkisi arasında zıtlık görenler meseleyi anlamamış demektir. Deniz kenarında balık tutmak isteyen biri, her şeyini, oltasını, yemini, hazırlayıp çaba göstererek bu işi yaparken, bu işleri yapmadan, oltayı da denize atmadan, önüne balık gelmesi için dua eden biri ile kendine düşen her şeyi yapıp, oltayı denize atıp, balık rastlaması için dua eden birini mukayese edeceksiniz.
İslam’da gayret, iş, emek çok önemlidir. “İnsan için sa’yinden (işinden, çalışmasından, emeğinden) başkası yoktur” (Necm 39). Fakat buradaki iş ve emeğe çok şey dahildir. İbadetler, ahlaki faaliyetler, iyilik işleri, ötelere yönelen ameller dahildir. Sadece dolap beygirinin emeği gibi değildir. Duayı hor görenler, insan eseri olan bilim ve teknolojiden beklentiyi öne sürerler. Bunlar zaten yaşanmaktadır. Daha fazlası isteniyorsa; bu fazla istek, yarınlara, henüz olmayana bir anlamda başkalarının emeklerine, geleceğin insanına kalmış demektir. Fakat biz o zaman dünyada olmayacağız.
Geçmişten Günümüze Tarikat ve Cemaatlerin Devleti Ele Geçirme Planları
Geçmişten günümüze tarikatların geçirdiği evreleri ve devletleri ele geçirme planlarını anlatan Yümni Sezen’in yazısının tamamı şöyle:
“Tarikatlar şekil, tavır ve hedef değiştirerek evrilip duruyorlar. Son yüzyılda bunlara cemaat adını verdiğimiz dinî gruplar da eklendi. İlk tarikatların hedefinde, insanın dünyevî, hatta dinî kaygılardan ve gerilimlerden kurtarılması vardı. Zikir, huzur ve sükûn, hoşgörü, “af” dünyalarına açılmış kapılar bulunuyordu. Bu kapıların, Kur’an, peygamber, yani İslam hattına tam uyup uymadığı, ayrı bir konudur. Ama niyet ve icraat bu idi. Toplum ve hele devlet doğrudan hedef değildi. Söz konusu insan olduğu için, toplum ve devlet, dolaylı olarak etkilenecekti ama, doğrudan hedef alınmamışlardı. Gerek ilim adamları, gerek derviş zihniyetliler, yöneticilere tavsiyelerde bulunurlardı. Özellikle sorarlarsa. Çeşitli sebeplerden, giderek toplumu etkileme, âdeta “manevî projenin” içine girmeye başladı. Artık toplumda, yönetimde, siyasette söz sahibi olma gayretleri başlamıştı. Giderek devlet, projenin (!) içine alınıncaya kadar faaliyet evrilecekti. Bugün gelinen durum, açıkça sürecin bu istikamette gerçekleştiğini göstermektedir. Çeşitli sebepler dediğimiz nelerdi? En önemlileri şunlardı: Zaman ve mekân olarak kaynaklardan, özel örnek tiplerden, merkezî otoriteden uzaklaştıkça yeni kültürlerin İslam’a dahil olması, yeni sosyal ihtiyaçlar, katı, hoşgörüsüz, şekilci uygulamalardan bıkılması. Böylece dinin yeni yorumu için maneviyat yolcularına iş düşmüştür. Ancak menfaatperestlikler, din istismarına yol açmış, siyasetin ikbal verici cazibesi, benim diyen dervişleri bile etkilemiştir. İlk defa değil ama, dünyevîlik ve uhrevîlik arasındaki zikzak, med-cezir, artmıştır.
Son çağlara yaklaşıldıkça, önce kurumlar gözetilir oldu, yani hedefe konuldu. Kurumlar devletin organlarıdır. Meselâ eğitime hâkim olmak, devlete ve topluma hâkim olmaya eşdeğerdir. Tarikat ve cemaatler buraya yöneldiler. Öğretmenler, öğrenciler, okullar, kurslar, dershaneler, sınavlar hedefteydi. Soru çalınmalarına bu açıdan bakılmalıdır. Mesele bir veya birkaç kişinin marifeti değildir. Maksatlı bir ekip planıdır. Zamanla, hukuk ve adliye alanı, polis teşkilatı, iktisadi teşekküller, akademik alan, hepsi hedef tahtasına oturtuldu. Yani buralara sahip olmak istediler. Buralara adam yetiştirmek, daha doğrusu mürid ve cemaat bağımlısı yerleştirmek için tarikat ve cemaatler yarışa girdi. Demokrasinin zaaflarından, siyasetçinin menfaat ve ihtirasından, kanunların boşluğundan veya yetersizliğinden istifade ettiler. En büyük dayanakları din istismarı oldu. Dini, hani bazılarının dediği şekilde afyon gibi kullandılar. Sadaka, zekât, kurban gibi işlere el atıp, gelirler tarikat ve cemaatlere aktarıldı. Zenginlerin birçoğu, tarikat ve cemaat üyesi ve bağlısı yapılmak için çalışıldı ve bu yolla para birikimi ve yetkiler sağlandı. Siyasi ve idarî yetkililerin bağımlı hale getirilmesi, işleri kolaylaştırmıştır. Sağlık alanı seçildi. Doktor, sağlık personeli, hastane kapmacası başladı. Paylaşılma manzarası da var. Kimi tarikat ve cemaat hukuk alanına musallat oldu, kimi hastanelere, kimi okullara. En fazla çekindikleri ve cesaret edemedikleri askerî kurumların da duvarları yıkıldı. Cemaatlerin içinden biri, bütün kurumları hedef aldı ve her alana yerleşmeye başladı. Buna asker ve siyaset kurumları da dahil oldu. Sonuç, herkesin bildiği gibi. Dış güçlerle de iş birliği yaparak, Türk Devletini ele geçirmek, Türk Devlet Yönetimini ve devlet-millet felsefe ve ideolojisini dönüştürmek isteği açığa çıktı. Esasen insan unsurunu geçip, topluma, devlete, siyasete yönelmek isteyen her kişi ve gruplarla dış güçler, her zaman ilgilenmişler ve irtibat kurmuşlardır.
Tarikat ve cemaatlerin beslendiği ana damar olan din ile ilişkilerine dönersek; açık veya perde arkasında şunları görürüz:
-Kur’an’la ilgileri alabildiğince azalmıştır.
-Bilgisizlik hâkim olmakla birlikte, bildikleri kısmın da şekli ve gösterişli bir bilgiye dönük yanı vardır.
-Gayri resmî din ve maneviyat eğitim-öğretimi paylaşılmış, çatışmalı, çekişmeli iddialar içinde bir dinî hayat oluşmuştur.
-Sûfi otoritelerin nüfûzu, şeyhlik kurumunu doğurmuş, giderek bugünkü seviyeye düşmüştür. Birden fazla olduğu için de millet bölünüp durmuştur.
Tarikat ve cemaatlerin tavrı ve amaçları, bize devletin önemini hatırlatmış olmaktadır. İslam da bu öneme çok vurgu yapmıştır. “Din devleti”, “dinî devlet” diye özel, şeklî bir devlet çeşidi yoktur ama, dinî alan dahil, her alanda devlete ihtiyaç vardır ve devletin egemen olmadığı, herhangi bir sosyal alan, sorun yaratmaya mahkûmdur. Devlet, adaleti ve özgürlüğü gözeterek, her alanın orijinalitesine, kaynaklarına, bilimsel çerçevesine, çağa da uyarak, söz sahibi olmalıdır. Her alanla ilgili eğitim ve öğretimi sağlamalı, işi keyfiliğe ve hurafelere bırakmamalıdır. Meselâ, “gözlerimin içine bak iktisadı orada görürsün” değil, iktisat biliminin kurallarına, toplumun ihtiyaçlarına, teamüllerine göre hareket etmelisin denmelidir. Elbette devlet derken, gerçek, doğal, millî devletten söz ediyoruz. Devletin kendisini sorun haline getiren maskaralıklardan değil. Parti devletine veya mafya devletine dönüşen devletlerden söz etmiyoruz.
Tevhid dini, yeniden vahyedildiği her safhada, devlete olan ihtiyacını belli etmiştir. Mısırda Yahudiler başka bir devlete, Firavunlara tâbi olarak hak ve özgürlüklerinden, dinî hayatlarından mahrum idi. Hz. Musa bunu halletmeye çalıştı. Hz. İsa zamanında, inananlar üç-beş kişiden ibaret kaldı. Ne zaman ki Hz. İsa’nın çevresindekiler ve sonradan gelenler, bu dinî büyük bir devlete (Roma’ya) taşıdı, o zaman Hıristiyanlık, Avrupa’da yayılan bir din oldu. İslâm’da, Hz. Peygamberin gelişinde de aynı şey oldu. Mekke’de müşrik bir otorite altında, özgürce dinlerini yaşayamıyor, yayılma alt sınırda kalıyordu. Üç yıl süren boykot çilesini hatırlayalım. Medine’ye göçten ve orada bir site devleti (şehir devleti) kurulduktan sonra, İslam hayat bulmaya başladı.
Tarikat ve cemaatlar, bu gerçeğin farkında oldukları için, devlet kadrolarına yerleşip, devlete hâkim olmayı istemektedirler. Hem devlet hem millet hem de din zarar görmektedir. Bu gruplar birden fazla olduğu için, devlet ve millet parçalanıp bölünmekte, her biri ayrı baş çekmektedir. Yani ikinci felaket de burada başlamaktadır.
Bazıları derler ki, tarikat ve cemaatler, hayatta, özel olarak dinî hayatta çeşitliliklerdir, ne zararı var. Temel, esas, öz bir olduktan sonra. Oysa, çeşitlilikler arttıkça iki şey artar: Özden uzaklaşma, bölünüp parçalanma. Dinî anlayışın içindeki hakikat arayışının çeşitliliğine benzemez bu. Çünkü bu iş gruplarca yürütülmekte, toplumsal hayatla, özellikle siyasî ve idarî alanla, her biri ayrı ayrı bütünleşmek istemektedir. Bugün görüldüğü gibi, siyasetçiye, dini değil, kini tavsiye eder hale gelmişlerdir. Din yerine kin geçmiştir. Bazıları sûfi düşünceyi, adeta İslam’ın eksiğini tamamlama küstahlığına düşürmüştür. Düşünme yerine seyretme ve sadece hayret etme geçince, bu akibete mahkûm olunacağı belliydi. İlim ortadan kalktı. Oysa ilimle imanı birleştirme esastı.
Tarikat ve cemaatlerin her biri, aldatıcı iddialarının aksine, asimetrik paralel birer din gibi olmuşlar, bunu da toplumun yönetimine taşımak istemişlerdir. Tarihî büyük sapma, din ile siyaseti öylesine iç içe sokmuştur ki, tarikat ve cemaatlerin tavrını, fark edilmez hale getirmiştir. Müslüman, tarihî sapma ile, Emevî ve sûfi dini arasında, yani “siyasi din” ile “mistik din” arasında sıkışıp kalmıştır. Bu çile, en çok da Türk Milletinin payına düşmüştür.”
GELECEK NESİLLERE TARİKAT ve CEMAATLERİ Mİ MİRAS BIRAKACAĞIZ?
Vicdanı olan herkesi ağlatan deprem felaketinin önlenmesini şeyhlerden bekleyenlere ithaf olunur.
Hayal olmasın, ütopyaya kaçmasın, güncel olsun, yani sosyal gerçeklerden ayağımızı çekmeyelim deyip dururuz. Torunlarımıza neleri miras bırakacağız? Bundan daha günceli olur mu? Haydi öyleyse buna bakalım.
Elimizden şu an birşeyler gelmiyorsa bile, yeni nesillere en azından bildiklerimizi ve tecrübelerimizi aktarmalıyız. Hem kendimizi, bildiklerimizi, tecrübelerimizi kontrol etmiş, hem miras istifimizi düzenlemiş oluruz. Olur ki yeni nesiller, cehaleti bizden daha iyi yenerler, sorumluluk yüklenmekte bizleri geçerler, bizlerin yapamadıklarını yaparlar. Sadece hamasi duygu ve heyecanlarımızı aktarmanın ne kadar güzel olursa olsun, yetmeyeceğini bilmeliyiz. Yeni nesilleri önce sistemli düşünmeyi öğrenmeye çağırmalıyız. Önce, parça ve bütün ilişkisinin önemli olduğunu vurgulamalıyız, diye başlayalım.
– Ekonomik sıkıntılar.
– Paylaşım düzeni yerine tam tersi, açılmış olan sosyal uçurumlar.
– İyi ve dürüst yönetilmeme.
– Gününü gün etme alışkanlığının yaygınlaşması.
– Devletin çürümeye terkedilmesi. Yandaş yerleştirip sürekli onları
doyurma. İşi ehline değil, yandaşa verme.
– Adam kayırma. Adaletsizlikler.
– Çeşitli yolsuzluk ve usulsüzlükler.
Daha pek çok şey eklenebilir. En kötüsü bunların gittikçe artması ve daha kötüsü meşrulaşması. Ancak bu sorunların çoğu çözülebilir. Bugün olmazsa yarın.
Herkesin karnı doysun, sırtı pek olsun, paylaşım düzeni sağlansın, dahası milli ülküler gerçekleşsin, geriye ne kalır? Esas hedefler kalır…
Sorunları parça parça mı çözeceğiz, bütün içinde mi, diğer deyişle hedefle bilinçli bir irtibat kurarak mı çözeceğiz? Parçalar şüphesiz önemlidir, küçümsenemez, ihmale gelmez, fakat parçalarda kalırsak, gide gide yolumuzun nereye çıkacağı belli olmaz. Millete mi, ümmete mi, insanlık idealine mi, ya da neo kapitalizme mi, komünizme mi? Bunlara ait fikrimiz, sözümüz, gerektiğinde çözümümüz olmalıdır. Bir mütefekkir der ki: Parça işlerle uğraşıp duranlar, ellerinden büyük işler gelmeyenlerdir. Bunun tersi gibi görünen, aslında bunu tamamlayan bir söz daha vardır: Yüksek bir dağın tepesine oturabilirsiniz, ama dik duran bir iğnenin üzerine oturamazsınız. Öyle ya, o iğneyi oradan defetmek gerekir.
Bizler için hedef dediğimiz “bütün” nedir? Aydının, özellikle milliyetçi aydının torunlarımıza miras bırakacakları esaslar ve ülkülerdir. Bu konuda şuurlanmış olacakları ve sorumluluk duyacakları şeyleri, yeni nesiller bilmelidir. İki mütefekkirimiz bu konuyu isabetle formülleştirmişlerdir: Gaspıralı İsmail’in “Dilde-Fikirde-İşde Birlik”, Ziya Gökalp’in “Türkleşmek-İslamlaşmak- Muasırlaşmak (çağdaşlaşmak)” formüllerinden bizim için daha büyük, daha bütüncül bir hedef olabilir mi?
Türkleşmeden müslümanlaşırsanız, belki Müslüman olursunuz ama, ancak başkalaşarak Müslüman olmuş olursunuz. Bu ise, İslamin istediği bir şey değildir. Çünkü Allah’ın kanunlarına uymaz. Allah, Kitabında, renklerimizin ve dillerimizin (ırk ve kültür) farklı olması, Allah’ın ayetlerindendir (delil ve belgelerinden) der (Rûm-22). Kimlik ve şahsiyete İslamın ne kadar önem verdiği bilinen birşeydir. Bir Türk’ün veya başka kavimden olan birinin Araplaşarak Müslüman olmasını, İslam istemiş değildir. Uygulamadaki yanlışlıklarla İslamı değerlendirmek doğru olmaz. İslamın hedefi Arap milliyetçiliği olabilir mi? Böyle bir şey, İslamın aczinden sözetmek olur ve hedef şaşmış olur. Tıpkı bunun gibi, Avrupalılaşarak çağdaşlaşmak, yine meselâ Fransızlaşarak medenileşmek böyledir. Bizim manevi dünyamız, kimlik değiştirmeden çağa uymak, bilime, tekniğe uyum sağlamak kabiliyetindedir. Bozuk emellerimizi araya sıkıştırmamışsak… Başkalaşmadan müslüman, başkalaşmadan medeni ve çağdaş olacağız. Gökalp’in dediği de budur.
Maneviyatımızın yabancılaşması, başkalaşması nasıl olur? İnanç sistemimizin bozulmasını bir tarafta bekletelim, özgürlük, medenilik, çağdaşlık adı altında, yani bunları kullanarak, bireyci, benci, menfaatçi, nemelazımcı, her şeyi paraya tahvil edebilen tipler çoğaldıkça, manevi dünyamız yabancılaşmış, başkalaşmış demektir. Hem kendine yabancılaşmış, hem bu vasıfları taşıyan başkalarına benzemiştir.
Bugün manevi dünyamız yara almıştır. Türk milletinden oluşumuz ve bunun gereği olan milliyetçiliğimiz de mevcut hengâmeden nasibini almaktadır. Yeni nesillerimize bu hengâmeyi mi miras bırakacağız? Manevi dünyamızın omurgası İslamiyet, On üç yüzyıldır rayından çıkarılmış haliyle, yeni yüzyıllara böyle mi miras bırakılacaktır? İslamlaşma sürecimizi müzakere etmeye korkuyoruz. Cesaretimizi toplayarak ve ayrıntılara girmeden bakalım. Bugün, dinden miras aldıklarımızla beraber, ne kadar tarikat ve cemaat varsa o kadar din oluşmuştur. Milyonlarca insan tarikat ve cemaatlere bağlanmış olarak yaşamaktadır. Yüzbinlerce bağımlı öğrenci, binlerce okul, dersane, öğrenci yurdu, yüzlerce hastane, ticari kurumlar, paylaşılmış olarak karşımızdadır. Siz istediğiniz kadar, tarikat cemaatlerin hepsi aynı yere bağlıdır deyin, sadece kendinizi aldatmış olursunuz. Tarikat ve cemaatler, yalnızca kendi doğrularına inanmıştır ve İslamın özüyle bağları tartışılır hale gelmiş, manevi dünyamız parçalanıp bölünmüş, paylaşılmış, aralarında rekabet, bazan kavga eksik olmamıştır.
Bilindiği gibi bir de din karşıtları var. Sataşmasalar, bir şey dediğimiz yok ama onlar da gün geçtikçe şımarmaktadırlar. Ancak şurası bir gerçektir ki, dindarlar kendilerini samimi olarak surgulamadıkça, doğruya ve öze yönelmedikçe, din karşıtlarının sorgulamalarına mağlup olacaklardır. Bugün İslamdan soğuma hızla artmaktadır. Elbette etkileri vardır ama, durumu yalnızca kötü politikalara, dış güçlere bağlamak yetmez ve meselelerimizi çözmez. Önce kendimizi ve bize miras bırakılmış olanların pek çoğunu, iyi niyet, samimiyetle ve doğru amaçla sorgulamalıyız. Allah’a din öğretmeye kalkanlar (Hucurat-16) bir yandan halâ dururken, peygambere de din öğretmeye kalkanları şimdiye dek gözden uzak tuttuk. Dünya pistir, ondan uzak dur, dendi. Oysa dünyayı yaratan Allah’tır. Nefs, dünyanın sembolüdür, ez geç dendi. Nefsin misali de kadındır, onların istediği ve gittiği yolun aksine git, dendi. Kadın aşağı bir mahluktur, rüyası bile erkeğinkinden aşağıdadır, dendi. Onu eşya gibi kullan, dendi. İnanmıyorsanız ilgili eserlere açıp bakın, okuyun, daha fazlasını göreceksiniz. Bunlar denmeseydi, altı yaşındaki kızcağızın başına gelenler gelir miydi? Kadın bu kadar değersizleşince, her gün onlarcası katledilip durur elbette.
Aklı ve bilimi ortadan kaldırmak için ne lazımsa yapılmıştır. Bize bunlar miras bırakılmıştır. Şimdi biz de torunlarımıza bunları mı miras bırakacağız?
Bilgi, akıl, iman, nefs, ukba çatıştırmaları, sükûn bulacak, çatışmalar ve bilgisizlikler sona erecek, en azından iyiye doğru önü açılacak zannıyla, yaralar tedavi edilecek ümidiyle, öze ait tarihî maneviyat fetihleri olmuştu. Ne yazık ki hayal kırıklığına uğradık ve daha beter sonuçlara dönüştü. Allah’a dinimizi öğretmeye kalkanların ve aynı zamanda dinden uzaklaşanların karşısına çıkıp onları ıslah edecek olanlar, çatışmaları sükûn dönemine kavuşturup, ahlakı, iyi ve güzeli, var olmanın amacını öne çıkaracak olanlar, bu sefer peygambere din öğretmeye kalkmışlardır. Kendilerini en uca, falezlere taşıyanlar, peygamberi sollayıp geçmeye kalkanlar, vecd diye bir çeşit sarhoşluğa duçar olmuşlardır. Kur’an’la uyuşmayan aşırılıklara kaçmışlardır. Sınır ötesine geçen bu insanlar, Allah’ın yaratmış olduğu insanı, Allah’ın tecellisi (yansıması) diye Allahlaştırmış, Varlık Birliği (Vahdet-i Vücud) öne çıkmış, tevhid kelimesinin adeta eksiğini tamamlamışlardır. Gerçek şu ki, Allah’ın yok ettiğini var, var ettiğini yok sayamayız. Tıpkı helal ettiğini haram, haram ettiğini helal sayamayacağımız gibi. İnsanı yok sayamayacağımız gibi, O’ndan bir parça da sayamayız. Akla uymadığı gibi, Kur’an da parça ve çocuk anlayışını reddeder. Geçicilikten, değiştirilmekten söz ediyorsak, yine de var olan birşeyden söz ediyoruz demektir. Var olmayan veya var zannettiğimizin ne geçiciliği, ne değişmesi olur. Bu anlayışa göre zaten zannedenin kendisi de yoktur.
Allah-Âlem-İnsan ilişkileri, içinden çıkılamaz bir devridaim oluşturmuş, Allah’tan insana, insandan Allah’a giden yol adeta ortadan kalkmış yahut kapalı bir alan oluşturmuştur. Bu durumda insan, Allah adına ortadan kalkınca, düşünme, aklını kullanma, yapıp etme, paylaşma, adalet ortadan kalkmış olmakta, hepsi birer boş laf haline gelmektedir. Bizim gibi düşünenlere, halâ “ben”likten vazgeçememiş diyorlar. Benlik, ben varım, başka bir şey ve Allah yok deyince benlik olur. Ben yokum demeyi reddetmek benlik değildir. Bu çıkmaz yola girenlerin benliği, yani kimlik ve şahsiyetleri yoksa, yazdıkları ciltlerce kitabı kim yazdı? Peki bunların sözlerini kim söylüyor? Allah söylüyor, Allah dinliyor, kendi kendine konuşuyor. Böyle algılamak durumunda kalıyoruz. Onlara uyarsak, olmayan zihnin algısı abesliği illüzyon (algı yanılsaması) desek orta yerde illüzyon sahibinin yine var olması gerekir. Felsefenin zirve noktalarına çıkan, aklı başında biri ne güzel söylemiş: “Düşünüyorum, o halde varım” (Descartes). Eğer sûfi düşünce, düşünen de Allah’tır diyecekse, o zaman şöyle deriz. “Hal” dedikleri de Allah’ın halleridir. Ortada başkasının hali yoktur. Daha ileri gittikleri olmuştur. Allah’ın kendi kendini yaratması gibi. Hadis olmadığı halde hadis diye kullanılan “Bilinmeyi istedim” ifadesini, yani Zatın iniş ve açılışını açıklamak için: “Hak Teala, varlığını yarattı. Ama akıllar bunu idrak edemedi (Hiçbir şey yokken akıllar dediği kimin?). Ötelere geçen akıl gerçektir. Hak kendini yaratır demek, dış bakımından iyi görünmez ama mânâ yönüyle gerçektir ve her şeyi aciz hale getiren bir haldir?” (Muhyiddin İbn Arabi, Özün Özü, 50). Kime atfettiği belirsiz “akıl”la anlamaya kalkarsak, hak, kendi varlığını yarattı demek, zihnin tam anlamıyla boşluğa düştüğü bir haldir. Artık söylenen sözler de boş sözlerdir. Allah kendini yaratıyorsa, yaratıcı olduğu için zaten var demektir. Yaratılmadan önce yok (!) ise, Allah önceden yok mu demektir? “Bunları akıllar idrak edemedi” demekle işin içinden çıkılabilir mi? Nitekim sonraki yorumcular da, siz bunları anlamıyorsunuz deyip duruyorlar.
Bu algılamaya uyum sağlarsak, yani bu algılamayla söylersek, sadece insana ait düşünce ve aklını kullanma ortadan kalkmış olmaz, inanma özgürlüğü de ortadan kalkmış olur. Her şeyin önüne geçirdikleri “hal”, varlığın hali değil, hiçliğin hali olur. Nasıl oluyorsa? Ölümün tecrübesi olmadığı gibi, yokluğun tecrübesi de “yok”tur. Açarsak, ölümün tecrübesi olmaz. Ölüm vuku bulduğunda artık varlık (bilinç) yok olduğu için, oradan onun tecrübesini nakleden bir varlık artık yoktur. Bunun diğer deyişi, yokluğun da hali ve tecrübesi olmaz. “Hal” olduğu veya tecrübe edildiği zaman, zaten yok değil, var olduğunu kabul etmiş olmaktayız.
Bizi bu düşünce sınırlarına kadar getiren sebep nedir? Bu üslup, felsefe tarihinde yerini alan bir felsefi düşünce olarak kalmamış, dinden hareket edip dinde karar kılmış, dinin aslî yorumu iddiasında bulunmuş olduğu için, süreçte kurumsallaşmaya gitmiş, yetkiler ve yetkililer teşekkül etmiş, şeyh, mürit ve sevenler halinde toplumsal oluşumlara dönüşmüştür. Bugünkülerin hangi kaynaklardan ve üstelik bulanıklaşa bulanıklaşa gelmiş olduğunu anlamak zorunda kalmışızdır. Bu yoldakiler, çeşitlendikçe çeşitlenmişler, gruplara ayrılmışlar, gittikçe özden uzaklaşmışlardır. “İkinci din” denebilecek kadar farklı yola çıkılmıştır. Çeşitlenmeyi, derin (!) yorumları bir zenginlik sayanlar, özden uzaklaşıldığını hesap edememiş veya görmek istememişlerdir.
Artık:
– Yolun ulularından ilham alan ve yetkileri devralmış şeyhe vahiy gelir.
– Allah, şeyhin alnında, iki kaşının arasında tecelli eder.
– Şeyhler Allah’ı görebilir ve görmüşlerdir iddiası mevcuttur.
– Gaybı bilirler.
– Şeyh tasarruf sahibidir. Olmayacak şeyleri yapabilir. Mesela düşmekte olan uçağı kurtarabilir, hastaları iyileştirebilir. Her yaptığının bir hikmeti (gizli iç kanunları) vardır. Şeyh ilham ve yetkilerini yolun çok büyüklerinden, velilerden almıştır.
Veliler kimdi: “Yer velilerin hürmetine durur. Gökler onların duasıyla açılır. Ölüm onların kararıyla olur. Bu yetkiyi onlara Mevla vermiştir.” “Padişah (Allah) onları yerin düzeni için yaratmıştır.” “Erenlerin yardımı olmadıkça, melek bile olsa, defteri kapkaradır.” “Erenler vaktin İsrafilleridir.
Ölü, onların yüzünden canlanır, gelişir.” (Bkz. Mevlâna, Mesnevî II-1804); I- 1887, 1938). Yetkiyi veren Mevla, yaratılma ile Allah’a varıp O olma ile dua çelişkisine aldırmayacaksınız. Çelişkilerin, her düşüncede olduğu gibi sûfilerin de akıbetlerinden olması normaldir. Söylenenlerin mecazla, sembolle açıklanabilir taraflarına nasıl ulaşmalıyız? Onlar işin kolayını bulmuşlardır: Ham ervah (ruhları olgunlaşmamış olanlar) bunları anlayamaz. Anlaşılabilecek gibi değildir ki anlayalım. Sonra, yalnızca üç-beş kişinin anladığı şey, din olur mu? Mesajları gönderen “anlayasınız diye…” diyor. Mesaj sahibi buna “öğüt” diyor. Öğüt anlaşılmazsa, öğüt olur mu?
Düşünmenin yerine “seyretme” ve “hayret etme” geçince, bilim ortadan kalkmıştır. Tabiatın idraki de akıl dışında, kalbî keşfe bağlıdır. Ârif (veli, eren) birşeyi aklın ve delilin dışında bilir. Velilik, Allah’ın el-velî ismine dayanır. Risalet (Allah’ın elçiliği) ise, ilahî haberi ulaştırmakla sınırlı bir görev olduğu için, Allah’ın herhangi bir ismine dayanmaz. Bunları söylüyorlar (Bkz. Muhyiddin İbn Arabî, Fütuhat-ı Mekkiye, Son Notlar, 47). Yani peygamberler ancak posta memuru gibidirler.
Gizli bilgiyi hali, keşfi, tasarruf yetkisini devralmış şeyh, artık öldükten sonra mezarında bile tasarruf yetkisini kullanabilir. Çünkü o, gerçekte ölmemiştir. Mezarında bile diridir. Mezarından ses gelebilir. Mezarı başına gidenlerin müşkülleri hallolur (Bkz. Mevlana, Mesnevî, IV, 1926, 2934). Onlar bu dünyadayken farklı bir boyutta yaşarlar. Aynı anda başka bir dünyada yaşar, gidip gidip gelirler (Bkz. Mevlana, Mesnevî-III, 1772-1841 beyitleri arasındaki hikâye).
Güzel bir edebiyat, güzide ahlak hikâyeleri, yüce bir musiki mirası arasında, İslamla, Kur’an’la yer yer test edilemeyecek uçukluklar da bize miras bırakıldı. Eğer özel gayretler, daha doğru ifadeyle imalat hataları, süzgeçten geçirilmiş devrimler, her olumsuzluğa rağmen devletlilerimizin gerçeği bilmeleri olmasaydı, bırakılan mirastan gayrısını göremeyecek, din-iman-ilim gerçeğinden haberimiz olmayacak, mahrum kalacaktık.
Havalardan yere inip, ayaklarımızı yere basıp, Türkiye’yi ve geleceğini düşünenlere şöyle söyleyeceğiz: Bizler gelecek nesillere neleri miras bırakacağız? Hayata topluca devam etmek istiyorsak, bunu iyice düşünmeliyiz.
Gündemde Tutulan Osmanlı-Türkiye Cumhuriyeti Tartışması
Osmanlı vurgusu, çoğu kez istismarı, din istismarının, siyaseti-idareyi istismarın bir parçası olmuştur. Çünkü öne sürülen Osmanlı yönetiminin temelinde dinin bulunduğu zannı ve hatta iddiası vardır. Çünkü Osmanlı’da, o istenmeyen millî olan terkedilip, milletler üstü amaç güdülmüştür. Bu, bazılarının hep hasret duyduğu şeydir. Yine çünkü, beğenilen bu tarihi dönem, bir kişiye bağlılığa iyi bir örnek teşkil eder. Bunlara inananlara yahut bunları istismar edenlere göre Osmanlı, ideal bir sistemdir. Bünyesinde birçok kavim-millet barındırmıştır. Bağlar, yani korku ve menfaatler gevşeyince, Türk dışındaki o kavimlerin başımıza neler açtığını görsek bile niyeti farklı olanlarca ısrar devam etmiştir. Avrupalı şer güçler Osmanlı’yı yıkmasaydı, dinî-dünyevî erdemiyle (!) devam ederdi. Bu sistem Allah’ın yeryüzünde gölgesinin (halifenin/sultanın) yönettiği bir sistem olarak adeta yarı kutsaldır. Onun içindir ki son zamanlarda acze düşmüş, bazen ihaneti seçmiş padişahlar bile Vahdettin ve onun yönetiminde yer alan Damat Ferit gibiler dahi, bu kutsallıktan dolayı savunulmaktadır. Kendi saltanatları ile Allah’ın saltanatını benzetme cüretini gösteren bu zatlar ve aveneleri, hiç ilgisi olmadığı halde halifelik denen bir makamı kutsallaştırmamışlar mıdır?
Osmanlıcılara göre şer güçler Osmanlı’ya gücünden ve üstün meziyetlerinden ötürü karşıydılar. Onun için yedi düvel onu yıkmaya uğraştı ve yıktı. Bugün aynı devletin benzeri ihya edilebilir. Yeni Osmanlıcılık, son elli yıl içinde bunun için üretildi. Daha güncele gelirsek, sığınmacılara, göçmenlere, savaştan kaçıp vatanlarını terk ederek gelenlere laf söylenmemelidir diye yaygara koparıyorlar. Ümmetin gerçekte ne olduğunu bilmeyen bu istilacılar, nüfus sayesinde bizi milletten ümmete yükseltme vasıtasıdırlar.
Hemen ilk planda, cehaletten gelen veya bilinçli olarak görmezden gelinen bir-iki hususu belirtelim. Şer güçlerin karşı oldukları Osmanlı değil, Türk’tü. Ne yazık ki biz kullanmasak da onlar Osmanlı’ya Türk diyorlardı ve hala daha öyle derler. Yönetici sınıflar olarak Osmanlı ne kadar Türk’tü? Bu ayrı bir meseledir ama Avrupa, karşısındakinin, özellikle arkadaki sessiz gücün Türk olduğunu biliyor, ona göre davranıyordu. Çanakkale saldırısı Osmanlı’ya değil, doğruca Türk’e karşı yapılmıştı ve onu Anadolu’dan söküp atmak niyetindelerdi. Rumeli’deki Türkler oldukça sökülüp atılmıştı, Anadolu’dakiler de atılmalıydı. Bunu esasen gizlemiş de değillerdi. Bizi kurtuluş savaşına götüren Anadolu işgali, Sevr antlaşması, işgale ve paylaşılmaya başlanması neydi? Ortada Osmanlı mı kalmıştı Avrupalıya sığınmaya çalışan bir gruptan ve gafillerden başka? Maksat hep Türk ve Türklüktü. Bugün yapılanlarda da değişen bir şey olmamıştır. Milliyetçiliğe karşı çıkan etkili ve yetkililer Türk’ü ve onun milliyetçiliğini kastetmektedirler.
İkinci cehalet veya umursamazlık noktası, İmparatorluk adı verilen genişlemiş devletlere ait tarihî ve sosyolojik bilgi eksikliğidir. Bu çeşit devletlerin tamamı yıkılmıştır ve yıkılmaya mahkûmdurlar. Sebepler ve olup bitenler ayrı bir konudur ve zaten bilinen şeylerdir.
Gelelim istismara çalıştıkları bu Osmanlı’nın kim ve neyin nesi olduğuna. Bunlar için atalarımız denir. Doğrudur, atalarımızdır. Hani halk tabiriyle yandan çarklı atalarımız. Binlerce yıllık tarihimizin 600 yıllık bir safhası, bir dönemi… Fakat daha önceki dönemlerin, Hunların, Göktürklerin, Uygurların vd.’nin atalarımız değil de sadece Osmanlı’yı atalarımız kabul etmek isteyen bir hastalığa hak verecek miyiz? Ayrıca bu son dönemde, atalarımız dediklerine toz kondurmamak siyâsî bir hurâfedir. Baba kelimesiyle ifade edersek, belki meramımızı daha iyi anlatabiliriz. Babamızın, iyi huyları ve meziyetleri yanında kötü huyları da varsa, bir şey söylemeyecek miyiz? Babam, meselâ zâni, câni, kâtil ve adaletsiz ise babalığımdan çıkmaz ama nasıl bir baba olmuş olur? Bunları bilmem ve söylemem gerekmez mi? Babalık istismarı da istismardır. Bu babam, benden başka herkesin babası olma isteğine kapıldı fakat, gerçekte kimse onu baba olarak tanımadı. Ne Arap ne Rum ne Yunan ne Avrupalı ne Gürcü ne de Müslümanlaştırılan devşirme Avrupalı. Ailesine katmaya çalıştıkları, kucağına oturup onun sakalını yolmakla işe başladılar. Yapmacılıkla, menfaatle babaya itaat eder göründüler. Günü gelince, otorite zayıflayınca, hepsi dağılıverdi. Dağılırken de yapacaklarını yaptılar. Bunda Osmanlı’nın suçu neydi denecekse, kurduğu aile sistemindeydi deriz. Öz ve üvey evlat muâmelesindeki adaletsizlikte deriz. Yaptığı birçok hatada deriz. Çünkü sonuçları hak etmişti. Tabiatın suniliğe tahammülü yoktur. Toplum da tabiatın iradeli bir parçası olarak, onun da tabiatı budur.
Yaldızları söküp atarsak, Osmanlı’nın aslı faslı özetle şunlardır:
- Türklüğünü, yani kendi kimliğini reddeder hale gelmiştir. Reddetmekten öte, ona kaba, görgüsüz, cahil, hatta eşek Türk demiştir. Bu derece hakir görmüş, aşağılamıştır. Bunu yabancı kökenliler, devşirmeler mi yapmıştır? Evet ama sorumlu kim? Padişahlar ve diğer yetkililer, meselâ çoğunlukla Türk olan ulemâ ve medreseler buna ses çıkarmadıkları gibi, katılmışlardır.
- Toplumda kültür ikiliği yaratılmıştır. Bu, okumuş-okumamış meselesinden ibaret değildir. Birbirini anlamaz hale gelen, farklı kültür kadroları, edebiyat ve dilleri, sanat ve zevkleri farklılaşmış, avam ve havas denilen ikilik tam olarak oluşmuştur.
- Siyaset ve yönetim, zamanla tamamen kendisinden olmayanların eline geçmiştir. Bunlar yeri geldikçe, fırsat buldukça ihanet etmişler, intikam almışlardır. Güya Müslümanlaşmışlardır.
- İlâ-yı Kelimetullah gayreti, lafta kalmış, eğitim yoluyla ve İslam’ın kendine has tebliğ metoduyla olması gereken gayret, diğer gayretlerin yanında sönük kalmıştır. Meselâ, devşirme, cariye yapma, köle devşirme gayretleri daha ön plandadır. En az beş yüz yıl Avrupa topraklarında kalan Osmanlı’dan, Anadolu’dan götürülenler ve onların ahfadı dışında şu anda Doğu Avrupalı kaç Müslüman vardır, hesap ediniz. Zorlamaktan, baskıdan, asimilasyondan bahsetmiyoruz. Bunlar zaten İslam’a aykırıdır. İlâ-yı Kelimetullah gayretinin, kendi metot ve programından bahsediyoruz. Üç milyara yaklaşan Hıristiyanlık, Avrupa’ya, Amerika’ya, Afrika ve Asya’ya baskıyla ve zor kullanarak mı yayılmıştır. Müslüman yöneticiler ve Müslüman ulema, daha mı acizdiler? Bir misal olmak üzere, Endonezya’ya Müslümanlık nasıl ulaştı? Osmanlı yöneticinin gücü ve marifetiyle değil, birçok kavimden Müslüman tüccar yoluyla yayılmıştır. Onlar Müslüman olunca, Osmanlı’yı bir merkez kabul ettikleri için, manevî itaatlerini esirgememişlerdir.
- Osmanlı’da kadın, yani toplumun yarısı, Kur’an’ın yapılan haksızlıkları dile getirdiği kadın, bir çeşit ev hapsi cezasına çarptırılmış, eve kapatılmış, İslam’ın hedefleri çiğnenmiştir. Osmanlı’da artık elinde kılıç kadın-kız göremezsiniz. Son örneklerini kısmen Selçuklu’da verip tamamlamıştır. Ta ki Millî Mücâdele’mizdeki vuruşan Kara Fatmalara, Nene Hatunlara, kağnıda silah taşıyan kadınlarımıza kadar. Varlıkları-yoklukları görünmez olmuş Anadolu köylerindeki kadınları hariç tutarsak, şehir ve kasabalar, özellikle payitaht İstanbul olarak Osmanlı’da kadın, duvar ötesinde, evde, konakta, hapis hayatı yaşamıştır. Elde kılıç olma örneğimiz bir semboldür. Özgür iradenin, hak ve vatan için mücadelenin sembolüdür. Bu konuda erkek ile alabildiğine farklı muamele görmesinin, pasif hale getirilmesinin, kılıç bir sembolüdür. Bunun İslam’la ilgisiz olduğunun zannedilmesi ise ayrı bir cahilliktir. Hz. Peygamber zamanında kadın hiç de zannedildiği gibi değildir. Uhud Savaşı’nda, savaşın Müslümanlar için yenilgiye dönüştüğü sırada, Hz. Peygamberi son olarak koruyan, etten duvar ören, kılıç sallayan kişiler kimlerdi? Nesibetü’l-Maziniye adlı bir kadın, kocası ve iki oğlu. Oğlundan biri şehit oldu, onu vuranı Nesibe öldürdü. Kadın, yüzünde peçe, gözleri görmeye görmeye mi kılıç sallıyordu? İslamiyet’i bilmemenin bu derecesine, cahillik de değil, ahmaklık denmez mi? Başka bir zamanda, zarar vermek üzere olan bir Yahudi’ye odunla vurup öldüren kadın, Hz. Peygamberin halası Safiyye idi. Kâbe’de, Ebu Cehil’e tokat atan, orada şehit edilen kadın, Sümeyye idi. Kökeni Türk olan ve ilk şehitlerden olan bu kadının asıl adı Pamih, yani Pamuktur (Bkz. Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi). Daha sonra kocası Yâsir ve oğlu Ammâr da şehit edilecektir. Savaşlarda yaralananları tedavi etmek üzere kurulan çadırlarda hizmet görenler, kadınlardı. Rubeyyi binti Muavviz kimdi? Hz. Peygamberin görevlendirdiği, at üzerinde Peygamberin özel sancağını taşıyan, bir çeşit zabıtası… Hz. Peygamber, erkeklerin karyelerde (köylerde) göremediği işlerde, onu görevlendirmişti.
- Devlet bölünmesin diye gerçekte saltanat zarar görmesin diye kendi çocuklarını katleden bir saray görüyoruz. İşlenmemiş bir suça, ceza nerede görülmüştür? Medenî ülkeleri geçin ne Afrika yerlilerinde ne ilkel (!) adını takmış olduğumuz Pigmelerde görülmemiştir. İleride taht kavgası olur, ülke bölünür kaygısıyla, varisin birden fazlasını ortadan kaldırmak. Bu yanlışlık o kadar korkunç değil. Daha korkuncu buna İslam dinini alet etmek, fetva almak. İslamiyet ne yazık ki asırlarca ve şimdi, siyasetin, kötülüklerin meşrulaştırma aracı yapılmıştır. Bu “katli vaciptir”in yaldızlı bir bahanesi vardı: Devlet-i ebed müddet. Bir gecede 19 (On dokuz) kardeşini öldürüp birini bırakan bir padişah düşününüz. Sonra ne oldu? Bu zalim usulü yine kendileri kaldırdı ve iki yüz elli yıl daha yaşadı. Tabi buna yaşamak denirse. Sistemin çöküşü de taht kavgasından değil, başka sebeplerden oldu. İnsan zekâsının, aklının bulabileceği bu kadar tedbir ve tecrübe varken, olmalıyken, çareyi hemen kundaktaki bebeği öldürmekte bulan bir yönetim. Bunu yapanlar ve daha da ötesi buna dinî elbise giydirenler, Allah’a nasıl hesap verecektir?
Osmanlı meselesinde biraz daha işin içine girelim. Yönetimin devşirmelere verilmesi, yabancılaşmanın ve ikileşmenin kaynağı oldu. Egemen kuvvet zaten Anadolu’dan uzaklaşmıştı. Hanedan da yabancı kadınlarla evlene evlene yabancılaşma sürecine girmiştir. Sözünü ettiğimiz yabancılaşma, K. Marx’ın üzerinde durduğu, kendi sınıfına karşı yabancılaşmak, sisteme karşı vaziyet alacak hale gelmek değil, egemen olan teşkilatın, kendi kültürüne yabancılaşmasıdır. Osmanlı önce kendi toplumunu ikiye böldü. Kendinden olmayana (!) Türkmen dedi ve onu aşağıladı, aşağılattı. Aşağılanan kesim, toprağa bağlı, vergi veren köylü konumunda kaldı. Hele bunların bir kısmı Alevi diye ikinci kez itildi ve aşağılandı. Oysa bunlar öz be öz Türk’tü. Manevî alanları ise sadece bir meşrep ve yorum farkından ibaretti. Bu yorumda da haklı taraflar çoktu. Daha doğrusu diğer tarafın yanlış ve haksızlıklarından fazla değildi. Yönetim devşirmelere verildiği için, bunların üzerine daha çok gidiliyordu. Bu durum toplumu iyice böldü ve Türk toplumu büyük zaafa uğradı. Hükümdar artık manevî nüfuz sahiplerinden ziyade devşirmelerin, yani Müslüman da olsalar kendini yabancı hissedenlerin ruh haline dayandı. Bunun içindir ki, Türk olan veya kendini Türk hisseden manevi nüfuz sahiplerinden yavaş yavaş kurtulma yoluna gidildi. Akşemseddin’in, Zeyrek’in, Molla Güranî’nin, Şeyh Vefa’nın, sessiz sedasız sürgüne gönderilmeleri, böyleydi. Bunlar küsmüşlerdi. Hepsi İstanbul dışında medfûndur.
Yalnız sivil yönetici değil, devletin resmî ve sürekli olan askerî sınıfı da devşirmeydi. Reayanın askerî sınıfa yükselmesi önlenmişti. Her şeye rağmen olacaksa, üç şarttan biri, Müslüman bir aileden doğmamış olmaktı. Yeniçerilerle ilgili problemler, bilindiği gibi üç yüz elli yıl sürmüştür. Çocuk yaşta, ama çoğunun kendini, ailesini, kim olduğunu bilen birini, bile bile alıp, sadece Müslümanlaştırmaya değil, bir çeşit zorla başkalaştırmaya çalışma, bugünkü modern psikoloji açısından incelenmeye değer. İslam’ın da arzuladığı metot bu değildir. Bilim bakımından da yani sosyoloji ve kültür sosyolojisi açısından, sapmış bir temayüldür. O zaman siyaset bunları bilecek ve aldırış edecek durumda değildi ama kendi çocuğunu öldürmeyi biliyordu. Bunu İslam’la meşrulaştırma cüreti de göstermişti. İslam Dünyası’nın büyük âlimi, sosyolojinin kurucusu İbn Haldun bunları yazmıştı. Ne yazık ki ancak şimdi okuyup anlayabiliyoruz. Asabiyet teorisi, yönetimlerin başarılı veya başarısızlıklarını içine alıyordu. Asabiyet kavim dayanışması, aynı kimliği paylaşanların dayanışması demektir. Toplumun devamı, bunu korumakla mümkündür. Kültürün bölünmemesi, ikiliğe düşülmemesi bununla sağlanır. Böylece kültür ve medeniyet halka dayanmış olur ve halk bunu desteklemiş olur. Asabiyet sayesinde aydın ve yönetici halktan kopmaz, kimlik bölünüp parçalanmaz. Halka mâlolmamış bir kültür ve medeniyet, uzun süre devam edemez. Osmanlının başına gelenler bundan ötürüdür. İbn Haldun gibi, bugün de konunun uzmanlarının kanaatleri budur ve gerçek de böyle olmuştur. Osmanlı, yapılması gerekenin tersini yapmıştır.
Alt tabaka ile üsttekilerin bu derece birbirine yabancılaşmasının, kültür ve iktisadi bu kadar farklılaşmanın bir sonucu olacaktı ve olmuştur. Osmanlı deyişiyle reaya/tebaa ile üst sınıf arasında hem kültürel hem iktisadi uçurumlar oluşmuştu. İkili toplum modeli, diğer toplumlardakinden daha bariz, daha farklı, daha tipik ve daha zarar verici olmuştur. Kültür çok farklılaşmıştı. Sonra, önceleri ilim ve fikir merkezleri birden fazla olduğu halde, Osmanlı’da payitaht, her şeyi kendinde toplamış, diğer merkezler gelişmemiş, adeta sönmüş ve unutulmuştur. Dediklerimizin misalî çoktur da burada bir tanesi ile yetinelim. Türkçe, Osmanlı aydını için çirkin bir dildir. Türkçe söylemenin akıcılığı, çekiciliği yoktur bilakis çirkinliği vardır. Osmanlı aydınının kanaati budur. Dünyada eşi olmayan bir üst tabaka oluşmuştu. Bunlara göre Türk, kaba ve bir türlü medenîleşmeyen insan niteliğinde idi. Köylü, belki köleleşmemişti ama, üst tabakadan ve özellikle devletten hep uzak tutulmuştur. Onlar için ne dikey ne yatay hareketlilik vardır. Yani hep gerilerinde kalmışlar, yukarıya da yükselmemişlerdir. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Nevşehirli İbrahim Paşa gibi enderin enderi bir iki istisnanın da akıbetleri malûmdur. Balkanlara, nüfus zorunluluğundan yerleştirilen Anadolulu insanlar da yükselememişler, seçkin tabaka tarafından hep itilip kakılmışlardır.
Yeni ve tipik bir millet (!) meydana getirilmek istenmiştir: Osmanlılık. Osmanlı’ya göre yabancılar Osmanlılaşmış, ama Türkler Osmanlılaşmamışlardır. Yani bu yeni milletten olamamışlardır. Türk kalanlar Osmanlı değildi, Osmanlı olanlar da artık Türk değildi veya zaten Türk değildi. Osmanlılaşmak, Türkleşmek demek değil, tam aksine bir oluşumdur. Dillerine de Türkçe değil, Osmanlıca denildi.
Reayalık babadan oğula geçerdi. Kanunnamelere göre, “raiyyatin oğlu raiyyettir.” Türk’ten başka herkes imtiyazlı yahut imtiyaza kapılar açık durumdaydı.
Kısacası Osmanlı, tarihin ve Türk tarihinin tipik bir ürünü olarak şöyleydi:
– Hanedan olgusu.
– Devşirme zihniyeti ve metodu.
– İki kültürlülük.
– Millî olana ve millî birliğe tepki ve yabancılaşma.
– Bunları güya İslami motiflerle birleştirme ve süsleme gayreti.
Böyle bir sistemi ayakta tutabilecek hiçbir beşerî-sosyal güç olamazdı. Son zamanlarında Amerikalılar ülkemizin her tarafında açtıkları kolejlerin mukadder yıkılışı hızlandırdığını da unutmayalım.
Her şeye rağmen ve bereket ki millî duyguyu ve millî birlik bilincini yok edememişlerdi. Aksi halde Türkiye Cumhuriyeti Devletini kurmak mümkün olmazdı. Gerçi ve maalesef, zihniyetin kalıntıları, cumhuriyet döneminde görülmüş, fakat artık garnitür olarak kalmış ve aşılmıştır. İzlerini hortlatmak isteyenlere de fırsat verilmeyecektir. Bunların zararı hem Türk Milleti’ne hem İslamiyet’e olmaktadır. Tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi.
Osmanlı’yı savunacaksanız, bari bilerek savununuz. Savunulacak şeyler kalmışsa onları arayıp bularak savununuz. Cehaletin üstünü örtüp, bilerek savunmak, vicdan ve insaf meselesidir.
Gündemden düşürülmek istenmeyen halifelik / Prof. Dr. Yümni SEZEN
Ayasofya imamı halifelik ister. Bir başkası bütün kötülükleri, halifeliğin olmayışına bağlar. Bir diğeri Papalığa imrenerek duyguların, bizde de olsun der. Bu konu kalın bir cehalet perdesiyle örtülüdür.
Gelin sizinle bu perdeyi kaldırmayı deneyelim, serüveni birlikte müzakere edelim.
Konunun iki temel dayanağı var. Biri insanın halife olarak yaratılması inancı, diğeri Hz. Peygamberin halifesi olma meselesi. İkisi de dinî, ama ikincisi daha çok sosyolojik ve siyasi.
Halef’ten halife, sonra gelen demektir. Dinî ve kutsal bir anlamı yoktur. İnsan kimden sonra gelmiştir? Allah’tan sonra mı? Olur mu? Sonra gelen bir varlık ‘kimin’ yerine geçmiş? Allah’ın mı? Nasıl olur? İnsan Allah’ın yetkilerini nasıl kullanabilir? O’nun sıfatlarının küçük örnekleri (?) bizde var mı diye düşüneceğiz? Görme, işitme, bilme gibi. Bizim özelliklerimiz bize ait, bizimle birlikte yaratılmış, sınırlı, vasıtaya muhtaç, geçicidir. O’nun sıfatları O’na ait özelliklerdir. Sınırsız, mutlak, vasıtasız, daim, ezelî ve ebedi. Sonra Allah’ın yaratması bitmemiştir ki, ne kadar üstün özelliklerle yaratılmış olursa olsun, bir varlığa yönetimini devretsin veya onu kendine ortak etsin. Bunu düşünmek şirk demektir. “Efendim, halife kavramındaki anlam ve karşılıklar mecazendir.” Öyle mi? Hükümdar, Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir (zıllullah), bu mecazdan mı çıktı? “Biz yapmıyoruz, Allah yapıyor” sapması, bu mecazın üretimi mi?
Kutsal hiçbir anlamı yoktur
Allah her an bir iştedir. Yani her an yaratır, yaratmaya devam eder. (Rahman-29). Yaratır ve yönetir. Yönetirken, insanın ayrı bir yeri vardır. İnanabildiği kadar, inkâr veya isyan edebilir. Eliyle yaptığı putlara tapabilir. Öldürebilir, toplum düzenini bozabilir, fesat çıkarabilir, adaleti çiğneyebilir, v.s. Bunları da yapan bir halife? Yahut insanların bazısı halife, bazısı değil. Öyle mi? Kur’an tabiriyle, aceleci, çok cahil, çok zalim, nankör, peşinen dünyayı sevip ahireti terk eden, kendini kurtarmak için her şeyi, herkesi feda eden, huysuz, haris, cimri bir varlık nasıl Allah’a halife olabilir? “En güzel şekilde”, üstün özellik ve kabiliyetlerle, değerli bir varlık olarak yaratılmışken, ona verilen özgür iradeden dolayı aşağıların aşağısına düşebilen, yukarıda sayılan seviyelere düşmeyi de hak eden bir varlık nasıl halife olacaktır? O halde halifenin başka bir anlamı olmalıdır. Yaratılmış varlıklardan sonra gelen, onlardan sonra yaratılan, onlara halef olan demek olmaktadır. Kur’an’da, insanın yaratılmasını bir bütün olarak ele almalıdır. Meleklere, “yeryüzünde bir halife yaratacağım” denirken, başka ayetlerde beşer (insan), çamurdan insan kelimesi kullanılmıştır (Hicr, 28; Sa’d, 71).
Kısacası halife kelimesinin dinî, kutsal hiçbir anlamı yoktur. İslam’ın, anlaşılmak istenen muhtevada bir işareti ve hedefi de yoktur. Siz bunun dinî anlamında inat ve ısrar ederseniz, o zaman şunu deriz: Allah’ın yarattığı insan halife ise, devlet başkanlarının, diğer insanlardan farklı bir halifeliği nereden gelir? O an için yüklenen ve izafî itibarî bir kutsallık kavramı mıdır? Bilenler bilir ki, İslam’da buna da geçit yoktur. “Nasılsanız öyle idare edilirsiniz, başınıza o çeşit adamlar geçer” peygamber sözü nerede kalır? Yönetici ile toplum arasındaki ilgi ve ilişki, kutsallık yönünden değil, hak, adalet, ehliyet, istişare ve nihayet “seviye” yönünden kurulmuştur.
Siyaset için kullanmışlardır
Halife yerine han, hakan, şah, padişah, başkan, cumhurbaşkanı, hükümdar vb.. bir kelime kullanmakta hiçbir beis yoktur. Bu kelimeler zaman ve zemine, niyetlere, şartlara, kültüre göre değişir ve değişmiştir. İslam tarihinde, birinin bir öncekine halef olduğu (halife olduğu) ilk dört başkandan sonra (Ebubekir, Ömer, Osman, Ali) gelenler, hak ve hakikat mücadelesine devam edecekleri yerde, iktidar savaşı vere vere saltanatlar kurmuşlar, halife kelimesine dinî bir anlam yüklemişler, alışkanlık haline getirmişlerdir. Bunu siyaset için kullanmışlardır.
Oysa bu kelimeyi, İslam’ın ilk halifeleri başkanlık, mü’minlerin başı anlamında kullanmışlardır. Kendilerini Hz. Peygamber’in yerine geçen olarak görmemişler, toplumu idare eden olarak görmüşler, sürekli danışmışlar, ikaz edilmişler, zaman zaman aczlerini itiraf etmişlerdir. Hz. Ömer, halife kelimesini bile reddetmiş, “ben nasıl peygambere halife olabilirim demiş, müminlerin emiri deyişini” tercih etmiştir.
Böylece halifenin sosyolojik ve siyasi çerçevedeki yerine gelmiş bulunuyoruz. Bunu da Mustafa Kemal Atatürk’le birlikte düşünerek daha iyi anlayabiliriz.
Önce Atatürk, bazılarının tasvir etmeye çalıştığı, dile getirmek istediği şu fikre karşı çıkmamıştır; “Dünyada yaşayan Müslümanlar, bir gün tam bağımsızlıklarını kazanır, gerekli ve faydalı görürlerse, birleşme ve ittifak noktaları (itilaf ve ittihat) bulabilirler. Şüphesiz her sosyal heyetin, her devletin birbirinden “tatmin ve temin” edeceği ihtiyaçları vardır. Karşılıklı menfaatleri mevcuttur. Tasavvur edilen bağımsız İslam hükümetlerinin yetkilileri bir araya gelip kongre yaparlar ve aralarında müşterek kurumlar (ilimi istişare kurumları, içtihat kurumları vb.. Bunları Ziya Gökalp de söylemiş, yazmıştı) vücuda getirebilirler. Şartlar dahilinde, birlikte hareketi sağlamak için müşterek meclis teşekkül ettirebilirler. Birleşen İslam devletleri, kuracakları müşterek meclisin, seçilecek başkanı tarafından temsil edilebilir ve buna halife adını verebilirler. Yoksa herhangi bir İslam devletinin, bir zata, bütün İslam dünyasının işlerini yönetme yetkisinin ve iradesinin verilmesi, akıl ve mantığın hiçbir zaman kabul edemeyeceği bir durumdur (Nutuk II, 1962 M.E.B Baskısı, Sadeleştirilmiş ve özetlenmiştir).”
Görülüyor ki Mustafa Kemal, böyle bir ortamın teşekkülüne karşı değildir ama, her zaman olduğu gibi hayalperest değil, gerçekçidir. Ona göre o gün, bugün değildir. Unutmayın, o zaman Türkiye dışında bağımsız bir İslam ülkesi ve devleti yoktur. Kimi İngiltere’nin, kimi Fransa’nın, kimi Hollanda’nın kimi İtalya’nın egemenliği altındadır. Türkiye de bunun mücadelesini vermektedir. Diğer İslam ülkelerinin hoş bugün de “tam bağımsızlıkları” tartışılabilir.
Millet, milliyet, millî devlet…
Atatürk gerçekçidir. Bir devlete ve onun yöneticilerine, bütün Müslümanların (o gün 350 milyon, bugün 2 milyar) ve devletlerinin yönetimini vermek, gerçeklere uymaz. Hele, şartlar, yetkililerin şahsiyet ve ehliyetleri, kültür farklılıkları, düşünülmeden… O gün şöyle demiştir; “Eğer maksat, bugünkü halife ve padişaha bağlılığın muhafazası ve sadakatsa, bu zat haindir. Düşmanların, vatan ve millet aleyhinde vasıtasıdır. Hain veya makamının kudret ve yetkisini kullanmaktan engellenmiş zat, zaten padişah ve halife olamaz. Bunun yerine başkasını geçiririz derseniz, bugünün durum ve şartları müsait değildir… Millet ve yüce Meclis, asıl maksadını unutup halifeler davasıyla mı uğraşacak? Ali ve Muaviye devrini mi yaşayacağız? Kısacası bu meselenin çözümü, bugünün işlerinden değildir. (Nutuk II, s. 566-567).”
Diyoruz ki, bugün de mümkün görünmüyor. İki milyar Müslüman arasında adaleti payidar kılacak, şahıs ve amme hukukunu gözetecek, asayiş ve güvenliği sağlayacak, din işlerini yürütecek, kültür farklarını, adet ve alışkanlıklarını aşarak birliği sağlayacak. Bir Müslüman ülke iktidarının bu sorumlulukları yerine getirmesi mümkün olabilir mi? Müslüman ülkeler içinde, bilgi, tecrübe, dirayet, ehliyet, adalete uyan kimseler tükenmiş midir ki, bunu bir ülke yönetimine verelim? Kendi inanç sistemine, bilgi ve karakterine uygun temsil edebilecek insanların, her millet içinde mevcut olduğuna inanıyoruz. Biribirlerinin bilgi ve tecrübelerinden her zaman istifade edebilirler. Dünya şartları buna açıktır. Bilim, teknoloji ve uzmanlık çağında, din, diyanet, ilahiyat alanında her milletin kabiliyet ve bilgisi mevcuttur. Millet, milliyet, millî devlet dönemi ortadan kalkmamıştır ve kalkacağa da benzemez. Her millet, gerek dünya işlerini gerek din-diyanet ve maneviyat işlerini, hakkını vererek düzenlemeye muktedirdir veya muktedir olmalıdır. Değilse, layık olmaya çalışmalıdır. Başkasına bağımlı ve muhtaç durumda olması başka, iş birliği ve tecrübelerden istifade başka şeydir. Hayal ettiğimiz halifelik, bugün bizde olsa, yarın başka bir Müslüman millet, halifelik bizim hakkımızdır derse ne yapacağız? Savaşlara bir de halifelik savaşı mı ekleyeceğiz? Siz, Müslüman milletlerin birlikte hareket etmelerine çöreklenmiş, insanî, dinî, hukukî engelleri kaldırın yeter. Bu suni engeller, birine halife demekle ortadan kalkmaz.
Göstermelikse, ne faydası var?
Eğer, her millet dünyevî işlerinde serbesttir, halife bu milletlerin sadece din işlerinde yetkilidir diyorsanız, Katolik dünyanın Papalığı gibi bir ruhbanlık merkezi istiyorsunuz demektir ki, size İslamiyet’i asla öğrenememişsiniz derler.
Her Müslüman milletin kendine has ayrı ayrı halifeleri olur ve bunlar hem dünyevî hem dinî işlere bakar derseniz, şu soruyla karşılaşırsınız: Bu iş, babadan oğula mı geçecek, bir tarikat mensubu mu, onun şeyhi mi halife olacak, yoksa her seferinde halife seçimi mi yapacaksınız? Tarikatlar birden çok olunca, bu konudaki hengâme bellidir. Halife olan babanın oğlu akıl hastası veya hain veya çok cahil olursa ne yapacağız? Seçime gelince, bir tek baş seçeceğinize göre, buna halife demişsiniz, cumhurbaşkanı veya başkan demişsiniz ne değişir? Sonra, halkları iyi eğitilmemiş, İslamiyet’i bilmeyen, yahut da ondan uzaklaşmış bir ülkenin başındakine halife deseniz ne çıkar, demeseniz ne çıkar? Hele bugün bir siyasi parti başkanını cumhurbaşkanı seçebildiğiniz, hem parti başkanlığının hem cumhurbaşkanlığının beraber yürütüldüğü bir sistemde, ona bir de halife unvanı verseniz ne olur, vermeseniz ne olur. Eğer bu iş göstermelikse, ne faydası var? Seçtiğiniz parti başkanı halife, ayırımcı, kamplaştırıcı, yolsuzluğu meşrulaştıran, dinî kullanan biri olursa ne yapacaksınız?
Yapmış olacağınız tek şey, bütün kötülük ve yanlışların faturasını İslamiyet’e çıkarmak olacaktır. Yüce dinimiz bunu hakketti mi, Müslümanlar hakketse bile.
KİTAP ve MEDENİYET
Dijital ortam, sanal dünya, internet, Gooğle’ten soralım, derken kitabın pabucu dama mı atıldı demeliyiz? Kitabın ne demek olduğunu bilenlerin gün be gün mahzunlaştığını biliyoruz. Şunu da biliyoruz ki, geniş kolaylıklar ve imkânlar sağlasa da bu yeni ortam, bu teknolojik gelişme, canlı kültür yerine yapay kültür halkasını boynumuza geçirmektedir. Rahatsız edici, ümit kırıcı, kaypak bir kültüre kapı açmaktadır. Bunları mı demeliyiz, yoksa şöyle mi demeliyiz: Mahzun olmaya gerek yoktur. Kitap, kendini koruyacaktır.Kitap kalıcıdır. Kitap medeniyettir.
İnsanoğlu, kitabın değerini bildiği sürece mutluluğunun devam edeceği bilincini hep taşıyacaktır. Medeniyetlerin hasları kitap medeniyetidir. Özellikle bizim medeniyetimiz.
Manevî dünyamızın mihveri ve rehberi Kitap’tır. “Dört Kitap” boşuna değildir. Tevhid sürecinin Dört Kitabı’dır bunlar. O halde bir bakıma kitap kutsaldır. Kitap, Mutlak Varlık Allah’ın Kelam sıfatının tecelli ve tecessüm ettiği beşerî hafazısıdır.
Kitap üç unsurun ortaklaşa ürünüdür. Kalem, kağıt, yazı. Bunlar alet ve sembollerdir. Hangi tür yazıcı alet olursa olsun kalemdir. Düzgün bir taş parçasından parşümene kadar üzerine yazı yazılan hangi tür nesne/kağıt olursa olsun, yazı cinsi, alfabesi ne olursa olsun, adeta kutsal birer sembol aletlerdir.İnsanoğlunun, bütün teknolojilerine, kültür ve medeniyetlerine kaynak olan, ruh ve beden olgunlaşmalarına yol açan üç buluş vardır: Ateş, tekerlek, yazı. Ateş, enerji demektir.Tekerlek, ulaşım, iletişim, birbirimizden haberdarlık, değer unsurlarının yayılması demektir. Yazı ise, ruh ve bedeni birleştirme vasıtasıdır. Dünyada ne kadar ileri adını verdiğimiz teknik, teknoloji, medeniyet varsa, hepsi bu üçlünün varlığı ile var olmuştur. Yaratıcının ihsan ettiklerinden bu üç atlıyı insanoğlu keşfetmiş olduğu için hayata insan olarak devam edebilmiştir. Kitap da güzide bir ürün olmuştur. Kalem, kâğıt ve yazıyı bulup bunları biraraya getiren insan ruhudur. Madde ve onlardan üretilen makineler, buluş yapamaz,buluşa alet olurlar. İnsan, bulduklarını hem dünyaya getirmiş, hem dönüp ona bakmıştır. Dünyayı gören göz, kitapla o dünyanın arka tarafını, iç tarafını da görebilmektedir. Göz görür, gözün bağlandığı merkez okur. “Okumak” dünyada, insanlığın her safhasında çok önemli bir iş olmuştur. Okuma yazma bilmek, okula gitmek, okumuş adam olmak veya olmamak, Olamayanlar okur yazar göründükleri, gerçekte “okuyamadıkları” için “olamamışlardır.”
Kalem, kağıt, yazı, kitap, okumak, bunlar, insanı dünyanın, gördüklerinin, duyduklarının ve dokunduklarının ötesine geçirdikleri için kutsal aleme dahil olmuşlardır. Onun için kitap, manevi dünyamızın mihveri ve rehberidir dedik. Eğer medeniyet, sırf madde, teknoloji, oyun, oyuncak demek değilse, kitap, medeniyete dünyayla yetinmeyen bir anlam veren, medeniyeti imtihan eden bir muallim olacaktır. Çünkü artık kitap, kalem, kağıt ve yazıdan ibaret değildir.
Kitap, onu oluşturan bütün unsurlarıyla birlikte kutsal aleme dahil olmuştur. Kur’an’daki surelerden birinin adı Kalem’dir. Bu sûrenin ilk ayetinde Allah kalem üzerine yemin eder. “Nun. Kaleme ve yazdıklarına andolsun ki…” der. Oku! Diye başlayan A‘lak sûresinin 4. ayeti, “Kalem ile (yazmayı) öğreten O’dur…” der. Kitap öylesine bir kavrama bürünmüştür ki, ilâhi kalemle yazılan amel defterimiz olmuştur. “…İnsan için kıyamet gününde, açılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız. Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter.” (İsrâ 13-14).
Bizlerin yazdığı kitaplarda hep iyi şeyler mi yazılmıştır? Neden bu soruya takılalım ki. Kötülerin ve kötülüklerin yazılması, bizi iyiye ve güzele götürmek gibi bir sır perdesi taşıyorsa, bu sırlara vesile ise, onlar da elbette kitaba dahil olacaktır. Yaratıcı kâinat kitabında ve insan kitabında acıyı ve tatlıyı, hayrı ve şerri birlikte yaratmamış mıdır?
Son günlerde okuduğum iki kitap yukarıdaki duygulara ve bu duygularımı sizlerle paylaşmama sebep oldu. Fikrimi, düşüncemi, bilgimi besledikleri gibi, duygularımı da coşturdu bu kitaplar. Çok sade, şatafatsız, akademik giriftliklere ihtiyaç duymayan bu iki kitap, yer yer ezber de bozuyor. Biri, Sadık Güner’in yazdığı ve Bedel adını verdiği, İmam-ı A‘zam Ebû Hanifenin hayatını ve fikirlerini romanlaştırdığı kitap. Ebû Hanife gibi İslam dünyasının yıldızlarını tanımakla, İslamı tanıyıp anlama şansımızın artacağını düşünüyorum. Diğer kitap, Fethi Çavdar’ın “Düşündüklerim, İnandıklarım” adıyla düşünce yazıları olarak sunulmuştur. Dünüşdüklerine, düşündüklerimize, söylediklerimize ve söylemek istediklerimize tercüman olmaktadır. Bedel, Kitapyurdu, Düşündüklerim Alka yayınlarından çıkmıştır.
Yazarlara tebrik ve teşekkürlerimi, okuyuculara saygılarımı sunuyorum.
Müslümanlık ve Arap kültürü meselesi
Arap’ın dini, Araplaştık, İslam’ı Arap kültürü olarak aldık, İslam’ı Arap kültürü zannettik, çok sık duyduğumuz, yazılıp çizilen yargılardır. Dahası var: Yavuz Sultan Selim’e kadar iyiydi, Yavuz’dan sonra Araplaşma arttı, İslam’ın yerine geçti. Tabiatıyla bunlar genelden çıkarılmış, Türkiye için değerlendirilmiş kanaatlerdir. Türkiye dışında aynı süreç söz konusudur. Aşırılıklar ve eksiklikler olsa da, şüphesiz hakikat payı oldukça fazla olan bu yargıları, aydın olarak masaya yatırmak, tahlil etmek zorundayız. Genel çizgilerle de olsa din ve kültür ilişkisini doğru anlamadıkça, meseleye vakıf olamayız. Arap’ın tanrısı diye alaycı bir tavırla, sorunlara yaklaşamayız. Allah’a inanmamanın, O’nu reddetmenin bir bahanesi ve fırsatı olarak yola çıkmanın ne kişisel ne toplumsal hiçbir faydası yoktur ve yüzyıllardır da olmamıştır. Din gidecek, bilim, akıl, tabiat kanunları yetecek demek, tam bir ham hayaldir. Bu, tabiata, akla ve bilime de saygısızlıktır. Önemli olan gerçek bir din ve onun doğru anlaşılmasıdır.
İnanan inanır, inanmayan inanmaz diye kestirip atmak, şüphesiz doğru bir yaklaşım olabilir. Fakat bu, hukukî, siyasî, idarî bir tedbirden öte gitmeyen tavırdır. İnsan sadece tedbir çerçevesinde kalsaydı, insan için hiçbir ufuk kalmazdı. Hele aydın, bir meseleyi yeteri kadar bildikten ve anladıktan sonra yine de ister inanır, ister inanmaz. Ama ancak o zaman özgür iradesi bir şey ifade eder. Yoksa peşin hükümlerin, belki de yanlışların kurbanı olmuş olur.
Din ve kültür ilişkisinde dinin nasıl bir din olduğu önem arz eder. Yalnız kendi topluluğunu ilgilendiren, sadece kendi kültürüyle bağlantılı, başkalarına da hitap etmeyen, etmeye ihtiyaç duymayan dinlere kültür dinleri diyoruz. Bunlar, o kültürce üretilmiş veya gerçek ve açık bir din iken bozulmuş, o kültürce boğulmuş, dinin kendisi kültürleşmiş, salt gelenekselleşmiş dinlerdir.
Bergson, kültür dini ve vahiy dini ayırımı yerine kapalı din, açık din deyimlerini kullanmıştır. Bunlar için ikinci birer ad da kullanır: Statik din, dinamik din. Statik din, kendi içine kapalıdır, kültürün ürettiği ortam olan tabiat ve toplumun kendini koruyucu bir tepkisidir. Aynı zamanda zekânın dağınıklığı ve çaresizliği karşısında tabii ve toplumsal koruyucu tepkidir. Dinamik din ise açıktır, hayatın bütününe bağlanmaktır. Statik din o toplumun, o halkın dinidir, kapalıdır. Başkalarına da söyleyerek sözü de, buna ihtiyacı da yoktur. Dinamik din, insanlığın dinidir, açıktır. Kapalı dinde nakil kültür yoluyla olur. Özel bir nakledici yoktur. Açık dinde başlatıcı, nakledici, tebliğ edici bir rol sahibi vardır. Buna peygamber, elçi denir. Bu din her insana hitap eder ve yayılma özelliği bulunur.
Biri diyebilir ki; vahiy dediğinize, yani bilimsel yönü belirsiz, akılla izah edilemeyen bir şeye inanmıyorum, bunu kabul etmiyorum ki, dinde böyle bir ayırımı kabul edeyim. Sırf mantıkî yönden haklı olabilir böyle bir tavır, ancak dini esas alanının dışına atmaktadır. Dinde iman alanı teşekkül etmiştir. Bu da nihai olarak “gayb”a aittir. Gayb, nakille kabul edilir veya edilmez. Madde başta her şey kendini kendine ait özelliklerle kabul ettirir ve bunlara bizi alıştırır. Isı, ışık, renk, koku, temas v.b. ini beş duyumuzla alırız ve algılarız. Bu şekilde belli olmayanların çoğunu da akıl yürütmelerle, zekâmızla algılar ve kavrarız. Bu âlem için “inanma” söz konusu değildir. Şu masaya inanıyorum, güneşe, aya, suya inanıyorum denmez. Onlar gayb âleminden değillerdir. Biri, işte din denecekse bundan ve akıl dünyasından ibarettir, başka bir şey yoktur diyebilir. Zaten inanma veya inanmama böyle bir şeydir. İnanma elbette tamamen subjektif, tamamen delilsiz, rast gele bir yöneliş değildir, kendine mahsus delilleri, aklı kullanışı, içsel deney ve tecrübeleri vardır. Fakat yine de sonuçta özel bir aklî-ruhî tavırdır.
Vahyi kabul edince ve inanç teşekkül edince, nakleden elçiyi-peygamberi kabul ediyoruz demektir. Artık kültürün içindeyiz ama onu aşmaya yönelmişizdir.
Antropolojik ve sosyolojik olarak şunu biliyoruz ki kültür, yüksek inançlar meydana getiremez. Yani insanî yüksek bir din oluşturamaz. Kültür ancak inancı besleyebilir. İnancın uyarıcı kaynağı, herkesin alışıp tekrar ettiği kültür değildir. Bazen o kültüre aykırı istikamette inanç teşekkül edebilir. Ancak kültür ile din arasındaki karşılıklı tesirler olumlu sonuçlanmalı, sorunsuz bir kimliğe ulaşmalıdır. Evrensel din (buna tevhid dini diyebileceğimiz gibi gerçek din de diyebiliriz) birçok sorunu aşmak durumunda olarak bunu başarır. Böyle bir din mahalli kültürler karşısında pasif değil, aktiftir. Musevî, Hristiyan, Budist, Müslüman v.b. olmadan önce insan, insandır, insanın özelliklerini taşır. Hırs, tamah, haset, bencillik, sabırsızlık, acelecilik veya bütün bunların tersi özellikler, insan türüne hastır. Aşağı ve yukarı diyebileceğimiz iki yön, iniş-çıkış, aynı varlıkta barınırlar. Din bunları yok etmez, terbiye eder ve yukarı çeker. Olandan olması gerekene götürür. Bunu kültürler yapamaz. Kültür, kimliği korur, muhafaza edilmesi gerekenleri muhafaza eder, toplumu geçmişten geleceğe taşır. Bundan sonrasını evrensel din yapar. Evrensel din, doğru anlaşılırsa ve iyi uygulanırsa, kültürü bozmadan onu yönlendirir, besler, yüceltir. Fakat kültüre mağlup olmaz. Olursa zaten din bozulmuş demektir. Hz. İsa’nın bildirdiği evrensel din, kendinden önceki safhayı da bozmuş olan İbrani kültürünü terbiye etmeyi ve aşmayı amaçlamış, fakat yer yer o kültüre mağlup olmuştur. Hz. İsa dışında dini inşa etmek isteyenlerce, isteyerek-istemeyerek din bozulmuştur. Bunu anlamak için Hz. İsa’nın Yahudilerle ve özellikle Yahudi ruhbanla yaptığı mücadeleye bakmalıdır.
İslamiyet’in de aynı şekilde Arap kültürüne mağlup olmak gibi bir temayülü yoktur. İslam, özünü ve amacını belirlemiş, fakat pek çok uygulamada, siyaset menfaat, dünyevi birçok unsur dolayısıyla, dengeyi bozan örnekler vermiştir. Yani Müslüman toplumlarda da bu konuda sorunlar yaşanmış ve yaşanmaktadır. İslam’ı Arap kültürüymüş gibi alan, uygulayan, eğitimini ve öğretimini böyle düzenleyenler, İslam’ı, ilke ve amaçlarını anlamayanlardır. Şu hususun da cahili olmamak gerekir ve bazıları bunu kötü niyetle kullanmaktadır. Arap’a, Arapçaya, Arap kültürüne ait ne varsa silip yok edelim ve dini kendimize göre, adeta kendimiz inşa edelim. Böyle bir yaklaşıma şöyle denmez mi: Yapacaksan, bunu Arap aracılığı ile almadan önce yapsaydın ya. Bu basit yargının gerçekle ilgisi yoktur. Yeni hayat tarzının sosyal laboratuvarı orada kurulmuş ve başlamıştır. Örnekler oradadır.
Peygamber ve din söz konusu olunca, vahiy o peygamberin diliyle gelmiş olacaktır. Doğaldır ki Hz. Musa’ya İbranca, Hz. İsa’ya İbranca veya onun bir lehçesi olan Aramca, Hz. Muhammed’e Arapça gelmiştir. Bilgi alanımıza girmemiştir ama Türklere gelen de Türkçedir. Kur’an’da denir ki. “Sonra peyderpey peygamberlerimizi gönderdik.”; “Hiçbir topluluk yoktur ki ona haberci (uyarıcı) göndermemiş olalım.”; “Her ümmet (toplum) için bir resul (elçi) vardır”; “Sana bazılarını anlattık, bazılarını anlatmadık.” (Bunlar için bkz. Mü’minûn-44; Fâtır-24; Yunus-47; Nisa-164). Her peygambere kendisinin ve toplumunun bildiği dilde vahiy gelmesi doğaldır ve çünkü maksat anlama, anlaşılmadır. Ne istendiğini bilmektir. “… Anlayasınız diye onu Arapça bir Kur’an kıldık.” “Düşünüp anlayasınız diye size böyle bir öğüt veriliyor” (Nûr-27). Kimine Arapça, kimine İbranca, kimine bildiği bir dilde gönderilmesi, esas olanın bu diller olmadığını, dilin vasıta olduğunu, toplumların anlaması olduğunu ifade eder. Arapça, kısır zihinlerin zannettiği gibi asla kutsal bir dil değildir. Hiçbir dil kutsal değildir. İfade, anlatım, anlaşılma, eğitim, öğretim vasıtasıdır ve çeşitliliği Allah’ın belgelerindendir. “… Dillerinizin ve renklerinizin değişik olması, O’nun ayetlerindendir (belgelerindendir)” (Rum-22). Kur’an der ki, “eğer onu yabancı (başka) dilden bir Kur’an kılsaydık, diyeceklerdi ki, ayetleri tafsilatlı şekilde açıklanmalı değil miydi? Arap’a yabancı dilden kitap olur mu? …” (Fussilet-44). “Peki, başka toplumlar ne yapacak? Bütün insanlar için geldiğine göre… Çare çok basit. Kur’an’ı ve ilk sosyal laboratuvardaki her şeyi kendi dinlerine çevirecek. Bütün insanların Araplaşması söz konusu olmadığına, bunun zaten imkânsız olduğuna ve Allah’ın iradesinin ve kanunlarının dışında olamayacağına göre Rabbin dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı.” (Maide-48; Yunus-29; Hud-118; Nahl-93; Şûra-8), inanan, inanacak olan her toplumun diline vahiy ve uygulamaları aktarılacaktır.
Müslüman olmak için değil, sadece İslamî bilimlerde çalışma ve araştırma yapmak için Arapça bilmek şart olur, o kadar. İslamlaşma, Araplaşma anlamı asla taşımaz. İslamın buna ihtiyacı da yoktur. İlke ve hedefleriyle her insana hitap edebilme kabiliyetine sahiptir. İslamiyet geldikten sonra, ilk önce ve bizzat Arap kültürünün kendisi İslamlaşmaya ve cahiliye döneminden çıkmaya başlamıştır. Hikmet ve marifet Arap kültüründe olsaydı, Hz. Peygamberin gelmesine ne ihtiyaç vardı. Unutmayalım ki, reddedenler, Hz. Peygamberle mücadele edenler, münafıklar Arap kültürüne dâhildiler.
Şurası bir gerçektir ki, başlangıç ve geldiği ilk ortam olarak Arap toplumu olduğu için başka Müslüman toplumlarda bir miktar Arapça anlam kalıpları, kodlar olacaktır ve bu son derece doğaldır. Yayıldığı başka kültürleri bunlar bozmaz. Meselâ Allah kelimesi, Muhammed kelimesi, cennet, cehennem kelimeleri, Türk kültürünü bozmamışlardır. Neden bozsun? Bunların sayısı gereksiz, ihtiyaçsız artmadıkça, kelime istilası, kültür baskını olmadıkça Türk kültürüne veya başka bir kültüre zarar vermez. Hatta o kültürleri zenginleştirir. Müslüman olan Fransız, Alman, İngiliz v.b. de Allah kelimesini tercih ediyor. Mesela bir buçuk milyarlık taşıyıcısı olan Çin kültürü, Müslüman olanlarının Allah kelimesini kullanması, Çin kültürüne zarar vermez. Nitekim Çin’de milyonlarca Çinli Müslüman vardır ve Çin kültürüne bir zarar gelmemiştir. Tamamı Müslüman olsa bile Allah kelimesi Çin kültürünü bozmaz, ancak belli bir istikamette geliştirir olgunlaştırır. Tabiatıyla bu, algıya ve kabule bağlıdır. Peki, meselâ biz Allah yerine Tanrı/Tengri, Çalap desek olmaz mı? Bu kelimeleri kullanmakta sakınca yoktur. Eşdeğer bir kelime olarak kullanılmış oluruz. Zaten orijinalinde, Allah kelimesinin yanında, sıfat ve isimlerini ifade eden başka kelimeler de kullanılmıştır. En üstün terbiye edici anlamında Rab; sahip, mâlik, her şeyin herkesin velisi anlamında Mevlâ gibi. Bunlara Tanrı veya Çalap kelimesini, aynı Mutlak Varlığı kastetmek niyetiyle kullanmanın bir sakıncası yoktur. Allah, özel bir “O” anlamındadır ve Tek Özel, eşsiz ilah anlamındadır (el-lah). Kısacası başkası olmayan “O”dur. Farsça Huda kelimesini meşru sayıp Tanrı kelimesine karşı çıkmak isteyenler olmuştur ki, haksız ve çirkin bir yaklaşımdır. Bu ve benzer durumlarda ısrar, Türk bilincine düşmanlık demektir.
Vahiyle gelmiş temel kavramlar, şeklen Arapça olsa da, artık o çerçeveyi aşmış, bütün inananların malı olmuştur. Meselâ Kur’an kelimesinin yerine neyi kullanacağız? Kutsal Kitap desek, kitap kelimesi de Arapçadır ve Kutsal Kitap özel bir ad değildir, Kur’an özel bir addır. Azrail, Cebrail v.s. de öyledir. Cennet ve cehennem kelimeleri Türkçeyi neden bozmuş olsun? Türkçenin temel yapısı, kelime ve kavramların ana, baba ve dedeleri yerli yerinde durduktan sonra… Üç-beş kelime ilâvesi o dili zenginleştirir bile. Ufkunu genişletir. Ancak bu kelime ve kavramlar üç-beşte kalmaz, istila halini alırsa ve aynı zamanda ona yabancı dilin gramer (dil bilgisi) kuralları musallat olursa, işte o zaman Türk dili ve Türk kültürü bozulmaya başlar. Esefle söyleyelim ki bu dönemler yaşanmıştır.
Bu sorun yalnız din alanında değil, diğer alanlarda da, meselâ teknik ve teknoloji alanında da olabilir ve olmuştur. Telefon, televizyon, tren v.b. kelimelerin yerine Türkçelerini üretip kullanabiliriz. Fakat zorlamaya gerek yoktur. Bütün dünya bu kelimeleri kullanmaktadır. Fakat zorunlu sınırlar aşılır, gereksiz ve ihtiyaçsız kelime istilasına maruz kalınırsa, Türk kültürü elbette bozulur, kimliğini kaybeder. Telefon, otomobil, televizyon v.b. kelimeleri kullandığımızdan beri Türk kültürümüz bu yüzden bozulmamış, fakat sübvansiyon, trend, stand, stard, dessing, hair, tradisyon, antre, v.b. yüzlerce kelimeyi kullandıktan, hem de anlamını bilmeden kullandıktan beri, Türk kültürü bozulmaya başlamıştır. Bu durum, başka bozulmalarla birleşip ilerlerse, Türk kimliği değişmeye, Türk insanı başkalaşmaya doğru yol alır. Eğer bazıları dinde Araplaşmadan söz edip, haklı olarak yakınırken, bu tarafı görmüyorlarsa, samimi değillerdir veya niyetleri başkadır. Entelektüel (!) züppelik, bilgiçlik hevesi, kendine değer vermemenin işaretleridir. Hayatı kolaylaştırmalı, ama millî bilinci ve bunun sosyal tarlası olan millî kültürü korumalıyız. Olumlu değişmeye, gelişmeye açık olmalı, ama bunu kendimiz olarak yapmalıyız. Söz konusu din de olsa durum değişmez. İslamiyet, Arapçılık, Arap kültürü aktarımı değildir. İlk sosyal laboratuvar olan Hz. Peygamber ve sonra ilk iki başkan zamanı, bir imtiyaz örneği değil, ilke ve amaçların örneğini taşırlar. Müslümanlıkta bu anlaşılmadıkça, sapmaya adayız demektir ve ne yazık ki çok zaman öyle olmuştur.
Dinî eğitimi meselâ Türkçe değil, Arapça yaparsak, yalnız Türk kültürü değil, bizzat İslamiyet zarar görür. Kur’an’ın, yani İslam’ın ilkelerinin en önemlilerinden biri “anlama”dır. Bunu umursamayan her şey, İslamiyet’e aykırı veya ilgisizdir. Arapça kalıpları ezberletmenin, din yönünden bir anlamı ve faydası yoktur. Olsa olsa bir yabacı dili öğretmenin aracı olabilir. Duayı biz Türkçe yapacağız, Fransız Müslüman Fransızca yapacaktır. Kur’an, kendi ifadesiyle öğüttür. Öğüdün anlaşılması gerekmez mi? Allah her dili, her şeyi işitir. Bazı dillere açık, bazılarına kapalı değildir. Bundan şüpheniz varsa, imanınızı yenilemeniz gerekir. O’nun muhatap olduğu yer zaten kalptir.
Müslümanlığa dair, tarihî boyutu da olan sorgulamalardan birini, Arap kültürü ve İslamiyet ilişkisini gözden geçirmeye çalıştık. Her şeyde olduğu gibi İslam konusunda da sorgulama iki koldan yürüyor. Biri, yanlışı fark etmek, doğrusunu bilmek, öğrenmek, öğretmek isteğini ihtiva eden samimi bir koldur. Diğeri, karşı çıkmanın ve reddetmenin kurnaz bir üslûbu olarak sorgulamaktır. Haklı gerekçeler bulunabilir. Bunlar istismar edilmektedir. Samimiyet yok gibidir. Açıkça reddetmenin, tabii kendilerine göre delillerini ortaya koymaları, açık davrananlardan bunları ayırt etmek gerekir. Ne samimi sorgulayanlara, ne istismarcılara, ne de açıkça karşı çıkanlara bakmaksızın ki zaten samimiyeti tam olarak anlayamayabiliriz, gerçekten yanlış olan anlayış ve uygulamaları açığa çıkarmaya çalışmalıyız. Hem İslamiyet, hem millî hayatımız, bunu bizden bekler.
https://www.millidevletgazetesi.net/KoseYazisi/muslumanlik-ve-arap-kulturu-meselesi-4673
Para ve ekonomi (1)
Para hakkında övücü veya yerici şiir yazmak, usta şairlerin işidir. Ancak, şiiri yazan ve şiirden hoşlananlar dahil herkes, cep ve ban- ka serüvenini ve bunun duygu ve dü- şünceye yansıyan hikayesini bilir.
Başlıkta para ve ekonomi niye yan yana geldi?
Sadece ekonomiden söz etmek, parayı içine alacağı için yetmez miydi?
Belki “Para Ekonomisi” de- nebilirdi. Artık parasız ekonomi ola- mayacağına göre. Öyle değil. Para, paradan ibaret olmamıştır, para eko- nomisi de ekonomiden ibaret değil- dir. Bilindiği gibi paranın olmadığı devirlerde de ekonomik hayat vardı. Ekonomi diye bir bilinç hali, bir bi- limsel alan teşekkül etmemişti ama ekonomik hayatın kendisi vardı. Ta- kasla, klan çöplüğü ile, bu çöplükteki sessiz değişim ve ihtiyaçların gideril- mesi ile, insanlık yüzyıllar, binyıllar geçirmiştir. Para belasını, ama zorun- lu bir belayı buluncaya kadar.
Hikayemizdeki para, sadece içedi- len paraları, çalınan paraları, katilliğe aday olmuş paraları, merkez bankala- rının bir türlü denge kuramadıkları pa- rayı temsil etmiyor, insanları güldüren veya ağlatan parayı da hikâye ediyor.
Para bir vasıtadır demek, herke- sin bildiği sıradan bir lafı tekrarlamak olur. Ancak vasıta kavramı önemlidir. Para ile ekonomi ilişkisi, kalem ile yazı, kalem ile kitap, kalem ile bilgi iliş- kisi gibidir. Kalem de bir vasıtadır. An- cak kalemle iyi veya kötü şeyler yaza- biliriz. Dahası onunla bir insanın gözü- ne batırıp onu kör edebiliriz. Yani do- ğal yolunu ve gayesini bozup değişti- rebiliriz. Demek ki vasıtalık görevi, kul- lanmaya bağlıdır. Bütün ekonomik faaliyetler, ahlak ve fazilet, iman yolla- rının, kısaca Hakkın önünün açıcısı da olabilir, tıkayıcısı da. Kullanmaya ve kurduğumuz düzene bağlıdır.
Düzen kapitalist bir düzense, para- yı ve marifetlerini anlatmak ve anla- mak daha kolaydır. Kapitalizm, kapi- tal (sermaye) kavramının gerektirdik- lerinden öteye geçmiş, öyle bir zihni- yet ve buna dayalı öyle bir sistem oluşturmuştur ki, para denilen alet ile güneş ışığını, teneffüs ettiğimiz hava- yı, denizleri alıp satmaya kalkışır hale gelinmiştir.Faizdekigibi “zamanı” alıp sattıktan sonra… Ticaretini sev- diklerimizden biri dindir. Sistem din ticareti yapmayı bayağı sever. Dini, bir meta gibi, bir menfaat vasıtası ola- rak gören dindar tip, yahut saklanmış bir dinsiz tip, kapitalizmin arayıp bu- lamadığı tip olmuşlardır.
Sermaye önemlidir. O olmazsa, yarın ve yarınlar tehlikeye girecek de- mektir. Fakat o sermayeyi kimin, kim- lerin kullanacağı da sermaye kadar önemlidir. Namuslu, vatansever birile- rinin, adaletten ayrılmayan bir fabrika- törün elinde olabileceği gibi, hayali ih- racatçının elinde de olabilir.
Paradan söz edince ve onu öne alınca, demek ki bir düzenden, kapita- list düzenden söz ediyoruzdur. O hal- de onun ana başlıklarına bakmak ge- rekir. Kapitalizmde rekabet esastır, reklam önemlidir. Üretim de tüketim de kazanma ve edinme psikolojisine sıkı sıkıya bağımlıdır. Genel olarak bu psikolojinin iki yetkilisi vardır: Zeka ve akıl. Bu yetkililer, ekonomi alanında maddi bir sembol kullanmaya başla- mışlardır: Para. Paraya açılan psikolo- jinin sosyal alana açıldığı ana kapı, Bryan S. Turner’in dediği gibi, kolay “etkileyişimcilik” tir. Para, etkile- şimciliği kolaylaştırır. Çünkü temsil etti- ği ve arkasında bulundurduğu güç, çok caziptir. Kapitalist düzen, kendine sosyolojik düşünce dünyasında da da- yanak bulmuştur. A. Comte. Comte, hak kavramını ferdî hakka indirgemiş- tir. Ona göre genel ve felsefi (!) hak kavramı, pratikte kamu hakkı mesele- si, metafizik bir kavramdır ve geride kalmıştır. İnsanlığın geçirdiği üç halden (üç hal kanunu) üçüncüsü olan pozitif dönemde, bir metafizik olan genel hak kavramıkaybolmuştur. “İnsanhak- kı” , anti-sosyal ama gerçekçi bir hak- tır. İnsan hakkından doğan “ferdî hak” önemlidir.Toplumhalinin amacıyla birleşen bu haktır. Hukukun da gayesi budur. Böylece fert ve ferdi- yet kutsallaştırılmıştır. Gerçekte Augus- te Comte sosyolojisindeki tezatlardan biridir bu. Ama kapitalizmin işine ya- ramıştır. Sonuçta ferdiyetçi olan kapi- talist sistem, bir din gibi olmuştur.
Diğerbiranabaşlık, “pazar” meselesidir. Bunun ana kucağı, daha doğrusu üvey ana kucağı kapitalizm- dir. Burada bilimsel bir dayanak, ol- mazsa olmaz olduğuna inanılan bir kural bulunur: Arz-talep kuralı. Ser- best pazar (serbest piyasa) anlayışı buraya dayanır. Şuna bir bakalım:
- Yoksulluk sınırının altında yaşa- yanlar pazara giremezler. Yani arz ve
talebi, dolayısıyla serbest piyasayı etki- leyemezler. - Maddi olmayan hayati ihtiyaçlar pazarın dışında kalır.
- Gerçek ihtiyaç kavramı, gerçek talep kavramından geniştir. Gerçek ih- tiyaç pazar dışında oluşabilir.
Bu dediklerimizi, ekonomi uzman- ları yazıp durdular. Ama hayat, eğri- siyle doğrusuyla, çirkini ile güzeli ile bi- limin dışında cereyan edip duruyor.
Pazarı, milletlerarası durum da et- kiler. Bazılarını daha iyileştirir, bazıları- nı kötüleştirir. Dışa bağımlı bir ülkenin pazarı da parası da bağımlıdır. Pazarın tarafsızlığı burada neredeyse ortadan kalkmıştır. Bugün küresellik, çok şeyi altüst etmiştir. Pazar, kapitalist sistemin kendi zihniyeti doğrultusunda kullan- dığı bir kural istismarından ibaret ol- muştur. Eşitsizlik, pazar mekanizmasıy- la daha da kötüleşmiştir.
Kapitalizm ve para ekonomisi de- yince, iki konu başlığı daha akla gele- cektir. Biriktirme ve faiz. Manevi dünyamızın odağı dinimiz, yatırım veya meşrulaşmış adıyla tasarruf gibi bazı amaçlar dışında para ve mal biriktirmeye karşı çıkar. Bu çeşit birik- tirme, dolaşıma girmediği için, adaleti, ekonomik canlılığı bozacaktır. Kötü ni- yetli olan ve ticarî bencillikle yapılan mal biriktirmeye ihtikâr (karaborsa hazırlığı) deniyor ki, topluma ve fertle- re zararı açıktır. Emeği ve malı temsil edecek olan, etmesi gereken para da dolaşımda olmalıdır. Olumlu ve âdil kullanılan para dolaşımı, ekonomik hayatın damarlarındaki kan gibidir. Bu kan dolaşımında oluşabilen hasta- lıklardan biri faizdir. Faiz, kan hücre- lerine musallat olan kanser hücreleri gibidir. Kişisel tefeciliklerden sonra, yani göçebelikten sonra, faizin anava- tanı bankalar olmuştur. Bankalar artık zorunludur, tamam doğrudur. Anava- tan da öyledir. Fakat siz anavatanda kiracı gibi, yıllık ücret karşılığı oturtu- lursanız nasıl olur? Rahatsız olan vic- danlar, faizsiz bankacılığı keşfettiler (!). Faizsiz bankada iştirakçi, kâra da zarara da ortaktır deniyor. Bu- rada bir aldatmaca vardır. Kapitaliz- me uygun görevini yapıyorsa, siz hiç zarar eden banka gördünüz, duydu- nuz mu? Özel olarak batırılan banka- lar başka bir şeydir. Bankadaki kazan- cın (!) üretime ve yatırına aktığını, çok nadir istisnalar dışında, söyleyebilir miyiz? Bankadan para çekenler veya hissedarlar, parayı üretimde ve yatı- rımda kullanıyorlar mı? Banka böyle bir şart koşarak mı veriyor krediyi? Mağdur olup mecbur kalmışların dı- şında, para ticaretini devam ettirenler çoğunluktadır. Bu kadar kötümser ol- makta haklı mıyız? Türkiye’deki, özel- likle son çeyrek asrı görenler, tanıyan- lar bize hak vereceklerdir. Bütün ülke- lerde böyle midir? Kapitalizmin yüz- süzlüğünün hakkı veriliyorsa, böyle- dir. İyice geri kalmış toplumlar, zaten bu top sahasına çıkmamışlardır. Batı ülkelerinin birçoğu, değişik unsurlarla aşırı durumları frenlemiştir. Üretime ağırlık vererek, çaktırmadan devletçi olarak (devlet destekleri) zararlar tör- pülenmiştir. Ancak, dış ülkeleri sömür- menin ihmal edilmediğini, yönetimle- rine destek olduğunu unutmamalıdır.
Bankaya para yatırmakla, hele his- sedar olmakla, üretime, hizmetlere, yatırıma destek olmaktan ziyade, ki böyle olması gerekir, para ticaretine ortak oluyoruz. Bu gerçeği kim inkâr edebilir? Faizsiz banka olmaz diye bir şey yoktur, ama mevcut şekliyle değil. Bankalar önce milli olmalıdır. Paranın dini imanı, milliyeti olmaz derler. İşte burada hile başlıyor demektir. “Millî Piyango” gibi, şans oyunlarında kul- lanılan paranın millisi oluyor da başka yerde olmuyor. Paranın dini, imanı, milliyeti olmaz ama, onu kullananın olur. Milli bankanın hedefi, paranın kendi toplumundaki üretimde, meşru- kanuni hizmetlerde, âdil tüketimde, iş gücünü yönlendirmede, kalkınmada kullanılması olmalıdır. Bir ülkede kul- lanılan esas para tek ve milli olmalıdır. Dış ekonomik işler için kullanılacak yabancı paraya ait devletin özel ted- birleri olmalıdır. Devlet bankalarında bu işe tahsis edilmiş banka olabilir. Devletin ve dışarıyla iş yapanların dı- şında, toplumun insanlarının yabancı parayla ne iş olur. Benim cebimde veya banka hesabımda doların ne işi var? Ekonomist geçinen ukalaların bi- limsel pozlarına bakmayın siz. Onlar çok gerekçe uydururlar, unutmayın, insanın, iradesinin, arzularının, inanç- larının, değerlerinin müdahalesinin dı- şında, tabiat kanunları türünden bir ekonomik dünya yoktur. Tabiat ka- nunları bile insandan geçerek, insan ışığını emerek değerlendiriliyor.
Yeniçağ Gzt., 01.12.2022
Üniversite ve Harp okulları – Prof. Dr. Yümni Sezen
Uzaktan eğitim, sanal eğitim, yüz yüze eğitim, salgın ve eğitimdeki kayıplar derken, eğitim-öğretim, gündemi haklı olarak işgal etmeye devam ediyor. Dert çok. Fakat biz bugün gündemi işgal etmekten kaçırılan gerçekte sistemi işgal eden ve sırıtan bir eğitim-öğretim meselesinden söz edeceğiz. Bunun için önce meselenin temel felsefesine bakacağız. Bataklığın altında kayalıkları bilemezseniz, bataklığı temizleyemezsiniz. Bu kayalıklara sahip değilseniz, temizledikçe yine bataklıkla karşılaşırsınız.
Bütün insanlar için yeryüzünde eğitimin evreleri-basamakları vardır. İlk evre, doğan insan yavrusunun, insan türünün özelliklerini kazanması evresidir. İnsan, eğitime muhtaç şekilde dünyaya gelir. Türünün özelliklerini, bir çeşit yazılım olarak, başka deyişle potansiyel olarak taşımaktadır ama bunların açığa çıkıp büyüyüp gelişmesi için çevresine muhtaçtır. Eğer bu insanî çevre olmazsa, kendine has özellikler saklı kalır ve fakat dumura uğrar. Meselâ hayvanlar arasında, bir şekilde bebekliği ve çocukluğu geçen yavruların, dik durma, konuşma, alet kullanma gibi temel insan özelliklerini gösteremedikleri görülmüştür. Dünyada 52 örnek, bilim dünyasının gözü önünde bulunmuş, inceleme alanı olmuştur. Eğitimin bu merhalesini, sosyal çevresi doğal olarak yerine getirir, kendiliğinden icra edilir. Özellikler, bir çeşit aktarılır. Yavrunun bir aile ve benzer bir grup içinde bulunması yeterlidir. Ancak şu anlaşılmıştır ki, hiçbir sosyal grup, ailenin yerini tam olarak tutamaz. İlk evre, insanın evrendeki rol ve statüsünün, farklı kimliğinin belirlenmiş olduğu merhaledir. Diğer hemcinsleriyle ilişkisi de bu evrede belirli-belirsiz algılanmaya başlayacak, diğer evrelere geçilecek, ömür boyu devam edecektir. İnsan olmanın ve bir toplum içinde bulunmanın, duygusal, bilinçsel, manevî algı süreci, bunun kıvamı, ömür boyu sürecektir. Buna yardımcı olan birçok sosyal grup ve müessese bulunur. Aile, okul, millet, din, ahlak gibi.
İkinci evre, beceriler kazanma, bir şey, bir iş yapabilme, evresidir. Bu evrede, eğitime, öğretim katılmaya başlamıştır. Kişinin, sosyal çevrenin bir üyesi olma bilinci, diğer deyişle aidiyet duygusu da bu evrede başlar. Sonraki evrelerde devam eder. İnsan, bir kavim, bir millet, bir kasaba, bir şehir, bir köy ve bir aile içinde dünyaya gelmiş bulunduğundan, artık kültür denilen bir tarz geçerlidir. İnsan artık üçüncü merhaleye, kültürün bir üyesi olmaya geçmiştir. Öyleyse eğitimde önemli bir metot, kişiyi bu çevreye kazandırmak, bu çevrenin bir üyesi olma bilincini vermek olacaktır. Kendine yakın grupları aşarak, sadece bütün dünyanın malı olma bilincini vermeye çalışmak, zaten mümkün değildir de, olsa bile karşınıza değişik bir tip çıkar. İnsan, yakın gerçek çevreleri derece derece içselleştirerek ancak insanlığa yükselebilir. O yakın çevre olmasaydı, insana bile benzemeyecekti.
Birinci ve ikinci evrede insan, genel eğitimin, üçüncü evreden itibaren genel eğitim-öğretimle birlikte özel eğitim-öğretim alanının içindedir.
Dördüncü evre, mesleki eğitim-öğretim merhalesidir. Bu merhale, bir önceki evrede de başlatılabilir. Fakat esas kıvamını aldığı merhale buradadır. Bu evre, kişinin hem kendi hayatının idaresi için, hem toplumun varlığının devamı için, yapılacak iş ile, katacağı maddî-manevî değer ile ilgilidir. Burayla ilgili eğitim-öğretim, özel ilgi, özel bilgi ve beceri, özel dikkat ister.
Eğitim-öğretimin her evresinde olabilecek, yapılabilecek yanlışlık ve sapmalar, insan ve toplum hayatıyla ilgili olduğundan, son derece önem arzeder. “İnsanlıktan çıkmak”, “ahlaksız, edepsiz”, “hain”, “vatan haini”, “cahil” v.b. bu yanlışlık ve sapmaların oluşturduğu tiplere ait sıfatlardır. Hele meslekî eğitim-öğretimdeki yetersizlik, hata ve sapmalar, bizi felâkete götürebilir. Mühendis ise bina çöker, doktor ise hastası ölür, öğretmen ise, öğrencileri rezil rüsvay olur, avukat veya hâkim ise sanık haksız hüküm giyer, çöpçü ise, mahalleyi pislik götürür, asker ise savaştan kaçar, polis ise rüşvet alır, aşçı ise yiyen zehirlenir.
Türkiye, birçok toplumda az-çok, şöyle-böyle bulunduğu gibi, eğitim-öğretimde, yanlışlara, isabetsizliklere, plansızlıklara uğramıştır. Şimdi de bu olumsuzlukların cenneti olmaya aday gibidir. Pek çok örnek arasından, başta belirttiğimiz gibi, askerî eğitim-öğretimdeki sapma örneğini alıp, merceğimizi oraya çevireceğiz.
Her meslek, her müessese, kendi kuralları, kendi hedefleri içinde değerlendirilir ve buna göre plan, proje ve metot uygulanır. Eğitim-öğretim buna göre yapılır. Buna göre yönlendirilir ve yönetilir. Nasıl daha iyi eğitilir-öğretilir, metotları nelerdir gibi doğrudan eğitim biliminin, bilim dünyasındaki yeri, tecrübesi bellidir. Bizim parmak basmak istediğimiz, “kendine haslık” ilkesidir. Askerî eğitim-öğretimin sivil üniversiteler içine yerleştirilmesi bir acaip örnektir. Aynı seviyede de olsa, “kendine haslık” “özel”lik, hiçe sayılarak, siyasete kurban edilmiş bir eğitim-öğretim örneğidir. Partili siyasi gücün, daha kolay nüfûz edebilmesini sağlamak amacı, sırıtıp durmaktadır. Böyle bir niyet olmasa bile, siyasetin bilimsel kural ve tecrübesine üstün tutulması söz konusu olmaktadır.
Balıkçılık okuluna, dinî eğitim-öğretimin yöntem ve yönetimini giydirirseniz, sittîn sene balık avlayamazsınız. Dinî eğitim veren bir okulun başına bir askerî yetkili getiremez, askerî eğitim usulleri koyamazsınız. Mühendislik fakültesinin başına bir tarikat şeyhini getirir ve öğretim metoduna, sufi eğitiminin (!) gerektirdiklerini monte ederseniz, seyreyleyin cümbüşü. Tıp eğitim-öğretimini, iktisadî ve ticarî bilimlerin mantığına ve tüccarlığın kurallarına göre düzenlerseniz ve bu işin başına bir iş adamını, bir CEO getirirseniz, hastalara yazık olur. Neden böyle olmaz, bunu geri zekalılara bile anlatmak gereksizdir. Fakat biz bu olmazları yapıyoruz.
Üniversiteler her şeyden önce, hatta meslek adamı yetiştirmekten de önce özgür ve doğru düşünmenin, delil kullanmanın, aklı sonuna kadar değerlendirmenin, sorgulamanın yeridir, vatanıdır. Şüphe, deneme, vazgeçme, sorgulama, her yöne bakma, araştırma, üniversiteler sistemin olmazsa olmazlarıdır. En sonunda bir kısım uzmanlığa giden yolu bulan ve uzman adaylarını yetiştiren meslekî yüksek eğitim-öğretim müesseselerine kapıyı açarlar. Harp Okulu ve diğer meslek okulları, üniversitelerle aynı seviyede olabilir, fakat onların kullandıkları yolu kullanmadan, hazırlanmış bilgileri kullanırlar sadece. Bunlara üniversitedeki bilgilerin, ilgilendiren kısımlarını verebiliriz, metot ve havasını değil. Askerî eğitim-öğretim müesseselerinin özelliklerini nasıl görmezlikten gelebiliriz. Bunların mesleği savaştır. Güvenliği sağlamaktır. Buna göre yetiştirilir. Savaşmayı, stratejilerini, aletlerini öğretirken, öldürme, en azından zararsız/etkisiz hale getirmeyi öğreteceksiniz. Fikir yürütmeyi, özgürlüğü, şüpheyi, vazgeçmeyi, tereddüdü, o anda daha çok araştırmayı öğretmezsiniz. Bunların yeri ayrıdır. Meselâ “vicdanî ret” askerlik ruhunun içinde yer almaz. Ama üniversiteler sistemde bunu tartışabilirsiniz.
Akıl ölmeyi emretmez, ölmenin varlığını tanıtır. Ama askerlik, gerektiğinde “size savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum” diyebilir. Değişiklik yapma hevesiniz varsa, devrim gibi kökten değişiklik yapmak istiyorsanız, gücünüz yetiyorsa savaşı ortadan kaldırın. Yapamazsınız. Allah canlı varlıkların kanunlarına bunu koymuştur. İnanmayanların sözlüğünde tabiat kanunlarında mevcuttur. Bu da doğrudur ve doğrunun öbür yüzü ve gözümüzün içine saplanan ucudur. Savaşı kaldıramayacağınıza göre, onu azaltmayı, yukarı seviyelere, elzem sınırlara çekmeyi başarabilirsiniz. Unutmayın sadece melekler birbirleriyle savaşmazlar, hayvanlar da, insanlar da savaşırlar.
Bilimin milliyeti yoktur, askerlik biliminin vatanı ve milliyeti vardır. Askerlik, kendisi ölmeden öldürmeyi ister, durum bu noktaya gelirse, ölürken bile faydalı olmayı planlar. Efendim biz bunları yine yaparız ama üniversitelerin içinde de yaparız. Yapamazsınız. Yaptığınızı zannedersiniz. Efendim, bu eğitim müesseselerinin başında sivil olsa ne olur? Olmaz. Tıp Fakültesinin başına mühendis, mühendislik fakültesinin başına ilahiyatçı getiremeyeceğimiz gibi, ilahiyat fakültesinin başına asker getiremeyeceğiniz gibi, Harp Okullarının başına da asker getireceksiniz. “Ben yaptım oldu” diyemezsiniz.
Bilime ihanet kötüdür ama, böyle birini idam etmezsiniz. Ama askerliğe ihanet eden, vatana ihanet etmiş gibidir ki, idam edersiniz.
Doğrudan savaş eğitiminin yanında, yine askeri diğer müesseseler de özelliğe tâbidir. Askerî hastaneler, askerî mahkemeler, askerî liseler gibi. Nasıl ordular, kara, deniz, hava kuvvetleri gibi mücadele edeceği alana göre sınıflanmışsa, destek askerî müesseseler de kendi özelliklerini taşımaya devam ederler. Bunlar da ordu unvanını almışlardır. Eğitim Ordusu, Sağlık Ordusu gibi. Bunların sivillerine bile bu ad verilmiştir. Askerlik, bu müesseselerin kendine ait olanlarını oluşturmuştur. Bunlar yüzyılların tecrübesinin ürünüdürler.
Eğer Türk askerine sinsi bir düşmanlık veya gerçeklere saygısızlık yoksa, bu konudaki hatadan vazgeçilmelidir.
https://www.yenicaggazetesi.com.tr/universite-ve-harp-okullari–prof-dr-yumni-sezen-452270h.htm
Yoğun bakımdaki Türkiye’ye oksijen verenler
Geçmişimizde yoğun bakıma düştüğümüz ve çıktığımız dönemler oldu. Bunları tekrar etmeyeceğiz. Çeyrek yüzyıldır tekrar aynı manzarayla karşı karşıyayız. Şartlar farklı, metotlar çeşitli, hastalık ve tedavi unsurları değişik olabilir. Değişmeyen şey ne yazık ki Türkiye’nin hastane koridorlarına tekrar mahkûm olmasıdır. Ehliyetli-ehliyetsiz doktorlar yerine siyasetçileri, aydınları, yöneticileri koyunuz. Medyayı, yazarları koyunuz. Üniversiteleri, din eğitimi almışları koyunuz. Ehliyetli-ehliyetsiz hemşire ve hastabakıcıların yerine esnafı, sanayiciyi, tüccarı koyunuz. Manzara değişmez. Bir de şu var: Türkiye’yi siyasi, idarî, iktisadî, hukukî, dinî, ahlakî hastaneye çevirenlere karşı, mücadele eden, insanlarımıza rahat nefes aldırtıp boğulmaktan kurtaran, şifa ümitleri veren, kalemini şifa verici bir iğne gibi kullanan yazarları, her meslekten aydınları, gerçekten tarihe mal olacak kahramanları unutmamak gerekir. Sayıları az, fakat hizmetleri büyük oldu. Nefes almakta zorlanan Türkiye’nin akciğerlerine bunlar oksijen verdi. Bunların kimler olduğuna bakmadan önce, yoğun bakımdaki hastayı ziyaret edelim. Hastalıkların tedavisi için önce hastalığın teşhisi gerekmez mi? Ona bakalım:
Sürekli yandaşlarla kadrolaşma yoluna gidildi
Türk devletinin ülküsü ile siyasi iktidarın ülküsünün uyuşmazlığı üst ve tehlikeli sınırlara varmıştır. Devlet, siyasi iktidarın istismarına maruz kalmıştır. Ülke bütünlüğü tehlikeye atılmıştır. Mozaik ve çoğulculuk edebiyatıyla, gerçekte olmayanlar, olur hale getirilmeye zorlanmıştır.
“Siyasi mücadelede ahlak olmaz” fikri, en çok bu dönemde yaygınlaştırılmak istenmiştir. Türk’üm diyenler, devletteki görevinden, bir punduna getirilip uzaklaştırılmıştır. Aksine Türk’e karşı olan, olumsuz duygu besleyenler en çok bu dönemde iş başına getirilmişlerdir. İşin ehline verilmesi tamamen unutulmuş, mesela mimarlık teşekkülüne kanser uzmanı veya ilahiyatçı, bilimsel araştırma enstitüsüne tarikatçı veya muhasebeci verilmekte hiç tereddüt edilmemiştir. Sürekli yandaşlarla kadrolaşma yoluna gidilmiştir. Türk bayrağı değişsin diyenlere itibar edilmiştir. Türk’e düşmanlığını Atatürk’e karşıtlıkla örtmek isteyen, Türk’e düşmanlığını Türk ordusuna kumpaslarla açığa vuran siyasetçi ve yönetici, hatta hukukçu, açık seçik görülmüş, bu konuda kötü maceralar yaşanmıştır. Türk Silahlı Kuvvetlerinin, vesayetten kurtulma bahanesiyle, sürekli direnci kırılmak istenmiştir. İlk günden beri, kefen giyip savaşa çıktıklarından söz edenler, acaba düşman olarak neyi görüyorlardı? Kendileri dışındaki siyasetçileri mi? Düşman mıydı bunlar? Kendilerine rağbet etmek istemeyen bir kısım vatandaşlar mıydı düşman? Cehalet mi? Buna kim inanır. Yolsuzluklar, adaletsizlikler, ahlaksızlıklar mıydı düşman? Böyle olmadığı ortaya çıktı. Acaba, bunları kefen giymeye mecbur bırakan düşman, serveti kendi kontrollerinde paylaşmaya engel olanlar mıydı? Doğru dürüst anlaşılamamıştır. Doğrusu anlayan anlamıştır. Türk yerine Türkiyeli kavramında ısrar edenler, teröristler için devletçe karşılama törenleri düzenlemekte sakınca görmemişlerdir. Tek devlet, tek millet, tek bayrak zırvadır diyen teröristlere açılım yapılması yadırganacak mıydı? Sabah söylediğinin akşam tersini söyleyen, haftada en az üç defa yalan söyleyen siyasilerden başka ne beklenecekti?
Ümmetin gerçek anlamından kaçılmıştır
Açıkça ABD ve İsrail projesi olan, Orta Doğuda kargaşa ve siyasi problemler çıkarıp, sınırları değiştirmeye yönelik BOP gibi dış siyasi projelerde eş başkanlık adıyla görev alıp iş birliğine soyunan siyasi liderlere ne demeliyiz? Bu arada, iletişim sektörünün tamamının yabancıların kontrolüne geçtiğini unutmamalıyız.
Bunları yapanlar, Türkiye Cumhuriyetini ıslah etmek isteyen, devletin felsefesini düzeltmek isteyen, gûya her şeyi İslam’a endekslemek isteyen İslamcılardı. Ama en çok zararı Müslümanlığa ve Müslümana oldu. Şu din konusuna, sonra da iktisat konusuna biraz daha yaklaşalım. Millet yerine sürekli ümmet vurgusu yapılmıştır. Ancak ümmetin gerçek anlamından kaçılmıştır. Hastayı kurtarmak isteyen kahramanlardan biri, bir değerli yazarımız, “hırsızların da ümmeti mi var?” diye yazmak zorunda kalmıştır. Siyasi İslamcı döneminde dindarla kindar eşleştirilmiştir. Kindar yetiştirmeyi dindar yetiştirme yerine koymuşlardır. Camilerde kendi siyasi gençliklerini kurmak istemişlerdir. Siyaset-din ilişkisi iyice ayağa düşmüştür. Siyasi liderlere mehdilik dahil, her türlü üstün dini özellik yüklenmiştir. İlahi ve peygamberi özellik yükleyenlere, ses çıkarılmamıştır. Bunlar siyasî İslamcı bir anlayışın bile kabul edemeyeceği şeylerdir. Kaliteyi söz konusu etmeden söyleyelim ki, bin yıldır Müslüman olan ve daha önce de Müslümanlığa potansiyel ilkelerle cihazlı ve hazır olan bu Türk Milletine, siyasi parti mensubu, “sizi biz Müslüman yaptık” diyebilmiştir. Günah işleme özgürlüğünü siyasilere tanıyan anlayış, hiçbir hak özgürlüğüne geçit vermemiştir.
İslamcılık geliştikçe, yani İslam siyasileştikçe, istismar arttıkça, Müslümanın ne hale geldiğini gördük. Bizzat dini reddeden Marksistler, Türkiye’de haklı olarak ahlak dersi, vicdan dersi vermişlerdir. Elbette ahlak ve vicdan, Müslüman dahil, kimsenin tekelinde değildir, fakat İslamcıların bu çelişkileri yaşatması, büyük haksızlık olmuştur. Şimdiye kadar en azından dine imana saygısı olan vatandaş, “İslam buysa…” demeye başlayınca, buna aldırmayan siyasi İslamcılar, bununla yetinmemiş, onların müridleri, kendilerine muhalif olan herkese kâfir gözüyle bakmışlar, bazen bunu açık açık söylemişlerdir. Menfaat çatışmasından ve iktidar meselesinden dolayı kavgaya tutuştukları, ABD güdümlü din tahripçileri ile iş birliğine son vermişler ama, bunda samimiyetsizlikleri, her gün meyve verecek haldedir.
Din dosyamız bunlardan ibaret değildir. Araplaştırmak yetmemiş, Hristiyanlaştırmak isteyenlere çanak tutulmuştur. ABD’nin güdümünde ve Hıristiyan ruhbanla kol kola olan bir ekiple birlikte, millî devlet felsefesinin dönüştürülmesine odaklanılmıştır. Bu ortaklık, şimdi onlarla mücadele etmeyi lafta bırakmaktadır. Bu ekip ve benzerleriyle mücadele için, “siyasi Müslüman” değil “samimi Müslüman” olmak gerekir.
Din deyince, siyasetin yalnız bu tarafa açılmış olduğunu söylemiyoruz. Başka bir caddede dolaşıp, İslamiyete yüzyıllardır yapmadığı yamultma kalmamış olan ve nihayet düştükçe düşmüş bulunan tarikat ve cemaatlere de, siyasiler, hele bugünküler kapılarını bilerek açık tutmuştur. Paradan sonra en çok kullanılan din olmuştur. Dinin siyasi ve iktisadî menfaate alet edilmesi, zirveye çıkmıştır. Saf, sade ve art niyetsiz vatandaşlar, dinden soğumaya başlamışlardır ki, sonuç vermeye başlamış olan kötülüklerin başında bu gelmektedir. Ne acıdır ki, din deyince Türkiye’de, devletiyle, hükümetiyle, toplumun birçok kesimiyle, toplum bir tarikat ve cemaat yapısına dönüşmeye başlamıştır. Yolsuzluğa ve hırsızlığa fetva veren din uzmanlarını, ancak siyasi liderler dahil, bazı insanların kutsallaştırılmasına rıza göstermekle açıklayabiliriz.
Hayati ilaçlar dışarıdan karşılanıyor
Anlatmaya çalıştığımız olumsuzluklara, birleşik kaplar örneği, bir başka yapının paralel olması gerekir. O, iktisadî hayattır. İktisadî kurallar ve olması gerekenler, yerlerde sürünmektedir. Çeyrek asrın gündeminde neler var;
-Gelir ve ücret eşitsizliği.
-Devletin iktisadî güç içindeki payının gittikçe düşürülmesi. Bunun sonuçlarını salgında ve depremde gördük.
-Üretimsizlik. Beton hariç, yatırımsızlık. İktisadi hayatın üretim ve hizmete değil, sadece paraya endekslenmesi. Paranın, üretime, dürüst hizmetlere, gerçek yatırıma değil, yine paraya akması, bunun düzeni.
-İthalat ihracat dengesinin ithalat lehine bozulması. Hayatî ihtiyaçların dışarıdan karşılanması. İthal edilen kabarık bir liste.
-Yedi düveli yenerek kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin, alın teri ve beyin gücüyle oluşturduğu, yeni devletin yüzakı millî-iktisadî kurumların ve tesislerin birer birer satılarak paraya çevrilmesi, yerine bir şey tesis etmeden, üretime aktarmadan çarçur edilmesi.
-Eğitim ve sağlık sektörünün özele devredilmesinin sınır ötesine geçmesi.
-Zaten bir bela olan kapitalizmin, en berbat ve en adaletsiz biçimde olmak üzere, adeta mafyatik bir tek parti kapitalizmine dönüştürme.
-Vergilendirmede adaletsizliğin göz göre göre yapılması. Mücevherat satışından alınan verginin, birçok maddeden, hatta asgari ücretten alınan vergiden az olması gibi.
-Bir ülkenin bir tek parası olmalıyken, ikinci, üçüncü yabancı paralar, ithalat-ihracat v.b. dolayısıyla devletçe veya devletin kontrolünde kullanılmalıyken, milli para değersiz bir pula dönüştürülmüştür. Çok kişinin cebinde, banka mevduatlarında yabancı para varsa, dahası, kendi parasını koruma, yabancı paranın korunmasına bağlanmışsa, o ülkenin bağımsızlığı tartışılabilir demektir.
Kıtlık endişesi başgösterdi
Türkiye ekonomisi çökme noktasına gelmiştir. Pahalılık sürekli artmaktadır. Tarım çökertildiği, dışarıya muhtaç hale gelindiği için ekmek fiyatları artmaktadır. Hayvancılık öldürüldüğü için altı ayda et fiyatları artışının şimdilik son durağı yüzde yüzdür. Şu anda hâlâ et alabilecek durumda olanlar bile, yakında paramızla da et bulabilecek miyiz diye kıtlık endişesini dillendirmeye başlamışlardır.
Servet dağılımı içler acısıdır. Nüfusun yüzde 10’u servetin yüzde 67’sine, %40’ı servetin yüzde 29’una, yüzde 50 nüfus da servetin yüzde 4’üne sahiptir. Birçok fakir ülke bulunmasına rağmen, dünyadaki paylaşım ortalamasının, Türkiye gerisindedir. İktisatçılar, acaba siyasi iktidar bazı hesaplarla, bilerek mi yoksul üretiyor demeye başlamışlardır.
Borçlanmayı başarı gösteren iktidar, vergi borcuna karşılık cami satabilmiştir. Yunan kilise bankasına, Türkiye’den banka satılmıştır. Kısacası kapitalizmin en çirkin şekilleri uygulanmış, gelir-geçim uçurumları artmış, az emekle, hatta emeksiz çok kazanma yolları, her şeyi altüst etmiştir.
Çürüyüşe rağmen, saltanatı devam ettirebilmek için, yalan, kandırma, istismarlar gerekir ama, bunlardan daha önemlisi, “yandaş” gerekir. Yukarıdan aşağıdan, olanlara aldırmayan, dahası bunları fırsat bilen yandaşlar, ya menfaatin mahkûmu, ya kader istismarının ve kutsal adam istismarının kurbanı olmuşlardır. Çalıyorsa, çalışıyor ya, hırsızlık-yolsuzluk yapıyor ama iş görüyor ya diyenler, ülkemize mahsus tipler midir, bilmiyoruz. Menfaat için siyasi lidere açıkça ilan-ı aşk eden iş adamı, başka yerde var mıdır, bilmiyoruz. Yandaş temin etmek o kadar kolay bir iş değildir. Bürokrasi, akademik kadrolar da bu işi yüklenmişlerdir. Kadrolaşmak için, alınacak elemanlara avlayıcı sorular yetmemiş, garantiye almak için mutlaka mülakatlar eklenmiş, seçim buna göre yapılmıştır. Milletin parasını yine millete bağışlama gibi komedi üreten, devlet kurumları, medyanın yandaş takımı, hepsi, körü körüne ya da menfaat için yandaş olmanın utanmazlığını sürdürüp gitmektedirler. Hırsızlık yapan iktidar tarafından mı yönetilmek istersin, yoksa vesayetçi iktidar tarafından mı diye sorsalar, hırsızlık yapanı tercih ederim diyen, milletvekili yapılmıştır, iş başına getirilmiştir. Asıl tefrika yapanları savunup, muhalefet edenlere, tefrika yapmayın diyen yandaş akademisyenler eksik olmamıştır. İş başındakiler öyle bir taraftar oluşturmuştur ki, yandaşlar, peygamberi savunur gibi siyasileri savunmuşlar, ona peygamberî, hatta ilahî vasıflar yüklemişlerdir. Dönek yandaşlar, sosyal medyanın konusu olmuştur. Bir zamanlar, bugünkülere sövüp sayanlar, tam dönüş yapanlar bugünün ileri yandaşları olmuşlardır. Buna “siyasi hidayet mi, iktisadî hidayet” mi demelidir?
İnananlar dinden (dini bilenden) bir şeyler bekledi. İnanmayanlar bile dini bilenlerden bir şeyler ümit etti. Din uzmanlarının vermesi gereken ahlak dersini ateistler verdi. Bu acı gerçekler yaşandı. Az da olsa, vicdanını yitirmemiş din uzmanları gür sesle gerekeni söylediler ama, siyasi-idari fırtınalara galebe çalamadılar. Camilerde, radyo ve televizyonlarda güzel vaazlar dinlendi. Bu toplumun içinde yaşamayan, adeta başka bir dünyada yaşayan insanlar için güzeldi bunlar. Olaylar, masallardaki olaylar, kahramanlar masallardaki kahramanlar gibiydi. Yukarıda asılı durmaktan kurtulup yere bir türlü inmediler. Meselâ Ebû Zer’den söz edenini hiç gördünüz mü? Ben görmedim ve duymadım. Meselâ İ. Âzam Ebû Hanife’nin siyasetçi-idareciden çektiği zulmü anlatan olmadı. İbn Haldun’un asabe teorisinden söz eden bir cami va’zı dinleyen var mı? Bırakın bunları Hz. Peygamber’in hayatını doğru dürüst anlatan oldu mu? Uydurma ve masal katma tercih edildi. Tarihte olduğu gibi, İslamın özüne, hedefine uymayan “siyasetin dini” hep öne çıkarıldı. Dinin istismarından, siyasete ve menfaate alet edilmesinden, tekrar tekrar söz etmekten artık utanıyorum.
Türkiye her yönden bunalıma girdi
İyi şeylerin önünü açmadılar. Kinin, nefretin önünü açtılar. Cumhuriyet felsefesinin yıkımının önünü açtılar.
Yanlışı düzeltme, tamir etme, eksiği tamamlama, yapıcı tenkit yerine, şahsi menfaatleri, makam ve mevki aşkını, yolsuzluğu meşrulaştırmayı egemen kıldılar. Bölme ve ayrıştırma dahil, birçok çarpık tavırları, hak ve hukukun karşısına çıkarıp muhakeme edecekleri yerde, şahsi ikbal ve siyasi menfaatlerin güdümüne verdiler.
İstismarı, yalanı, kandırmayı, hile-hurdayı adeta bir sistem haline getirdiler. Yaptıkları üç-beş iyi şeyi, pahalıya ödetmeyi bildiler, siyasi çıkara çevirmeyi, başa kakmayı başardılar.
Başörtüsü ve sakal gibi görünümleri, bir devrimmiş gibi gösterip, hukukî ve demokratik gerçek gelişmelerin önünü bunlarla tıkadılar. Oysa şapka devrimi, kravat devrimi mi olurmuş diyorlardı.
Toplumun derin sinesinde bulunan bazı yaraların tamirine yanaşmadıkları gibi, artışına bile sebep oldular. Bu gibi konularda hep küresele teslim oldular. Fuhuş arttı, cinayetler, özellikle kadın cinayetleri çoğaldı, boşanmalar arttı, kültür ve kimlik her geçen gün aşındı.
İlginç ahlakî zaaflar sergilediler, yaptıkları yanlışları, bir müddet sonra başkaları yapmış gibi tenkit ettiler. Yüksek binalar yapıp, sonra bunları yapanları kınamak, tefecileri azdırıp faizle mücadele eder görünmek gibi.
Türkiye, siyasi, idarî, sosyal, iktisadî, dinî, ahlaki bunalıma girdi. Durumun birer birer ve birebir, sağlam delilleri bulunmaktadır. Kendi sözleriyle, görüntüleriyle, sağır sultanın duyduklarıyla, kayda geçmiştir.
Herkese nasip olmayan görev aşkını dile getiriyoruz
Yoğun bakıma giren hastanın epikrizi budur. Bu rapordan sonra esas meseleye gelelim. Biraz değişik üslupla da olsa, bilinenleri tekrarladık. Esas mesele, hastanın yaşatılması ve sağlığına kavuşmasıdır. İşte bu alanda, ortaya çıkan kahramanlar, nefes almakta zorlanan Türkiye’nin akciğerlerine oksijen verdiler. Tenkit ettiler, doğrusunu söylediler, kötülükleri arşivlediler, tarihe mal ettiler. Milletin sağlıklı kalmasını, kendisine dönmesini istediler, vurguladılar. Bu görevlerine devam etmektedirler. Doğrusunu söylememek boğulmaya, doğruyu söylemek nefes almaya hizmet eder. Nefes aldırttılar. Kimdi bunlar? Gerçeği gören her vicdan sahibi. Vicdanı rahatsız olan her yazar, bilim adamı, gazeteci, milliyetçi gençlerin dergileri. Yazamadıklarımdan, bilemediklerimden, unuttuklarımdan özür dileyerek, öne çıkanları söylemek zorundayım. İki gazete Yeniçağ ve Sözcü gazetesi ve muhterem yazarları, çürütmenin karşısına arslanlar gibi dikildiler. Hiçbir şey yapmadılarsa, bu gazeteler ve yazarları, yapılan çarpıklıkların, kötü niyetlerin, bozgunculukların, hainliklerin günlüğünü tuttular, geleceğe ibret malzemesi sundular. Şüphesiz fazlasını yaptılar. Milliyetçi gençler yayınladıkları Yeni Ufuk, Millî Devlet dergileriyle, bozulan zihinle vicdan sağlığını korumaya çalışmaktadırlar. Ha, bunların neleri neleri var tanıyor musun, diyenleri, diyecekleri biliyorum. Geçin bu lafları. Böyle düşünenleri, bunu söyleyenleri başa yazarak, bu satırları yazanı da ikinci sıraya koyarak, şahsi hata ve günahı olanları listeleyin bakalım, Himalaya dağına kadar uzayıp biter mi? Hatasız ve günahsızları yazın bakalım, liste bomboş kalır. Geçin bu lafları. Önemli olan, göz göre göre, millî, dini, insanî, vicdanî kanatmalara karşı çıkan kahramanlıklardır. Yüklüğünü dolduranlar, bunlara arka çıkanlar, nemelazımcılar yanında dik durup, doğruyu söyleyebiliyor musunuz? Bana bunu söyleyin. “Artık yıkımın bir düzen-iktidar sorunu olduğunu kavramıyorlar” diyenler, “hataları ile yüzleşmiyor, kaçıyor ve kadere sığınıyorlar” diyenler, “benden olan-olmayan öteki ayırımı yapıp iki Türkiye oluştu, biri diğerini yiye yiye bitiremedi” diyenler kimlerdir? Çürütme görevlerini, çıraklık, kalfalık, ustalık dönemlerine göre ballandırarak anlatanlar, bu yazarların gözünden kaçmadı. Nemelazımcı davranmadılar. Eğer, insanlık denizinde, vicdan, adalet, insaf, sağduyu denen bir şeyler varsa, ben bu yazarları övsem ne olur, övmesen ne olur. Esasen onlar görevlerini yaptılar. Biz sadece herkese nasip olmayan bu görev aşkını dile getiriyoruz.
Bir zamanlar, yeni çıktığında Yeniçağ gazetesi için yazdığım satırları, şimdi Yeniçağ ve Sözcü gazeteleri için tekrar edeceğim: Memleket bir baştan bir başa maddî-manevî yanarken, şahsî menfaatlerini millet menfaatinin üstünde tutanlar şimdilik günlerini gün edebilirler. Bu durumda uyanık olmak, dik durmak, kendini bilmek lâzımdır. Haksızlığa uğramamanın tek yolu bilinçlenmektir. İşte bu bilinci taşıyan ve taşıtmak isteyen, az da olsa emsalleriyle birlikte, Yeniçağ ve Sözcü gazetelerinin yazarları, yalnızca birer yazar değil, sağlam geleceğin mimarları olmaya çalışmışlar, millî birer kurum temsilcisi haline gelmişlerdir.