Zef Clement, 1981 yılının sonlarında İstanbul’a hicret ederek Türkiye’de yaşama düşüncesini gerçekleştirdi ve Müslüman olarak Muhammed Said adını aldı. Müslüman-Türk hayatının etkisiyle verimliliğinde ve sanatında yeni boyutlara ulaşan çalışmalar yaptı. İstanbul’da ilk özel sergisini 7 Ocak 1983’te açtı ve “bütün ömrüm geçecek” dediği Türkiye’de, Müslüman olarak, 1983’te vefat etti. Kabri, çok sevdiği, hatta hayran olduğu, bir çok zamanını içinde geçirdiği ve fotoğrafını çekerek resmini yaptığı Karacaahmed Mezarlığındadır.
Muhterem eşi Melike Clement’ten dinliyoruz, ünlü ressamın düşüncelerini:
“Vefatından kısa bir süre önce yaptığı son resimlerinden biri Karacaahmed mezarlığını yansıtır. Zaten Karacaahmed’i çok severdi. Orada gezip dolaşmaktan zevk aldığını ve huzur duyduğunu söylerdi. Hatta bir ara, kavuklu bir mezar taşını eve getirmek istedi. Ancak bunun dini yönden mahzurlu olduğunu öğrenince vazgeçti. İstiyordu ki, Karacaahmed’in havasını taşıyan ve mesajını sunan bir işaret bulunsun hep yanıbaşında.
O, Müslümanların hayatına olduğu kadar ölümlerine de yakınlık duyuyordu. Hatta, ilk İstanbul seyahatinde Müslüman olarak döndüğünde, Hollanda gazetelerine beyanat verdi. Bir cümlesi çok ilgi çekicidir:
‘Türkler, kardeş gibi yaşamasını ve kardeş gibi ölmesini biliyorlar. Çünkü mezarları bile yan yana, omuz omuza, sırt sırta…”
Zef Clement, daha küçük yaşlardan itibaren sıkı bir Katolik terbiyesi almıştı. Ailesi onun iyi bir Katolik olması için her şeyi yapıyor ve belli zamanlarda İncil’den belli yerleri mutlaka okumasını, kilisedeki ayinleri ve duaları hiç kaçırmamasını istiyordu. Hollanda da zaten köy hayatı yaşayan bir madencinin hayatı, başka türlü olamazdı. Fakat o, Allah’a son derece inanan sağlam bir Katolik olmakla birlikte, Kiliseye yalnız gitmeyi ve tek başına dua etmeyi tercih ediyordu. ‘Kiliseye yalnız gidip kendi dualarımı doğrudan doğruya Allah’a arz ederdim’, diyordu. Dualarımda İsa Peygamberi aradan çıkarırdım. Çünkü, Katolikler önce Hz. İsa’ya dua ediyor ve onu aracı yaparak Allah’a yakarıyorlar…
Zef Clement, çok küçük yaşlardan itibaren, deruni, kalbi halleri olan, sanatçı yaratılmış, mistik bir insandı…
Melike Hanım, Stokholm’de öğretmenlik yaparken, sanata olan ilgisini bilen dostları Zef Clement’ten bahsetmişler. O da hemen ziyarete gitmiş… Gidiş o gidiş… Tanıştıklarının üçüncü günü evlenmişler… Fakat, diyor, ilk eşimden ayrılmıştım ve evlenmeyi de yıllardır hiç düşünmemiştim… Nasıl oldu anlayamadım, evlenmiştik…
Bir yaz tatilinde, onu ailesiyle tanıştırmak için İstanbul’a geliyorlar. Uçakta Zef diyor ki: “İstanbul’a iner inmez doğru camiye gideceğiz. Ben seni, bu ülkeyi ve İslamiyet’i tanıdığım için Allah’a dua edip şükredeceğim.”
İstanbul’a geldiklerinde akşamüzeri olduğu için, Melike Hanım ‘Bu saatte camiler açık olmaz, yarın gelir dua edersin’ diye onu eve götürüyor. Melik Hanım çok açık sözlü, dürüst bir insan. Fakat diyor, “Ben o zamana kadar camiye gitmemiştim. Gerçi inançlı bir Müslüman’dım, ama dinimi hiç bilmiyordum. Dükkanlar gibi caminin de kapanacağını düşünmüştüm o saatte.”
Sabahleyin ilk işi hemen bir cami aramak oldu. Ben, babamın tavsiyesiyle bir başörtü alarak onu yakınımızdaki Erenköy Galip Paşa Camii’ne götürdüm. Tabii bilemediğim için İmamı buldum ve Müslüman olmayan eşimin camide dua etmek istediğini söyledim. Neresinde, nasıl dua edebilir diye sordum. İmam: “Burası Allah’ın evidir, neresinde nasıl isterse Allah’a dua edebilir” dedi.
Bunu Zef’e söylediğim zaman çok sevindi.
Hemen ayakkabılarını çıkardı ve büyük bir heyecanla camiye girdi. Ben de heyecan ve şaşkınlıkla arkasından girdim… Merak ediyordum, o nerede ve nasıl dua edecek, şükredecek diye… Doğruca gitti ve mihrabın önünde, secde vaziyetinde yere kapandı…
Ben, biraz gerisinde belki yarım saat bekledim. Artık endişe ediyordum ki, başını kaldırdı. Yüzü, o ana kadar hiç görmediğim bir biçimde nurlanmıştı… Çıkarken camideki tesbihleri gördü. Onlarla ne yapıldığını sordu ve çok hoşlandı… Bir tane satın almak istedi. Avrupa’daki kiliseler gibi zannetmişti camideki eşyaları. Çünkü oradaki kiliseden mukaddes eşyaları satıyorlar. Ona bunların satılık olmadığını, ancak camide kullanılabileceğini söylediler. Fakat bir tanesini kendisine hediye ettiler. O da onu alıp boynuna taktı, bir kolye gibi…
Dışarı çıktığımızda zef’in heyecanı hala geçmemişti. Uzun bur suskunluktan sonra aynın şunları söyledi:
“Camide duam sırasında, gökten helezoni biçiminde bir nur indi üzerime… Ben orada Allah’ın nurunu gördüm… O alemden zamanlar boyu ayrılmayabilirdim, o kadar tatlı idi…”
Tatil süresince onun çok sevdiği, hayran olduğu adet ve geleneklerimizi göstermek istedik. Çünkü Türkiye’yi ve İslam’ı tanıma konusunda çok meraklıydı. Bu isteği sebebiyle bir gün, bir sünnet merasimine götürdük. Bir hayli çocuk sünnet olacaktı. Kur’an’lar okunuyordu. Sonra topluca tekbir getirildi. “Allahü Ekber, Allahü Ekber…” O da candan katılıyordu bu tekbirlere. Derken sünnetler bitince, Zef de sünnet olmak istediğini söyledi. Çok şaşırdık. Ayrıca korktuk da. Çünkü müzmin şeker hastasıydı ve bu onun için tehlikeli olabilirdi. Doktorun da dikkatini çekmesi, işe yaramadı. O ısrar ediyordu, sünnet olmakta kararlıydı. Çaresiz ‘peki’ dedik ve sünnet oldu.
Şükürler olsun ki, sünneti sebebiyle hiçbir tehlike çıkmadı. Sonra da, yine sünnet olmaya karar verdiği kadar hızlı bir şekilde Müslüman olmak istediğini söyledi. Bizden hiçbir teklif ve teşebbüs gelmediği halde kendisi düşünüp karar vermiş olmalıydı. Ancak, daha önceleri din ve felsefeleri araştırdığını, bu arada İslamiyet konusunda da bilgi sahibi olduğunu öğrenmiştim.
Kelime-i Şehadeti büyük bir şevkle söyledi ve Müslüman olarak huzur duyduğunu belirtti. Ancak, adının da Müslüman olmasını istedi. Zef isminin karşılığı ve benzeri olarak Said ismi konuldu. Sonradan buna kendisi Muhammed’i de ekleyerek Muhammed Said oldu…
Yaz tatilinden dönerken bir sürpriz karar daha verdi. Artık Türkiye’ye yerleşecekti. Fakat ben bunu hiç de inanılır bulmamıştım. Çünkü Hollanda’daki düzeni bırakılacak gibi değildi. Hükümet kendisine özel olarak bir kiliseyi sanat evi ve galeri olarak tahsis etmişti. Kilisenin üst katını da ev olarak kullanıyordu. Her türlü imkan ve itibarı zirvedeydi. Seriler açıyor, konferanslar veriyor, genç sanatçıları yetiştiriyor ve konserler düzenliyordu. Yari orada aradığı her şey vardı.
Üstelik vatanını çok seven bir insandı. Toprağına, ailesine çok bağlıydı. Bütün bu bağlılıkları nasıl bırakacak ve Türkiye’ye gelecekti? Bu kararına o zaman bir türlü inanamadım.
Ancak Hollanda’ya döndüğümüz zaman gazetelere yaptığı açıklama, niyetinin kesin olduğunu gösterdi. Çünkü gazetelere ‘Ben Müslüman oldum ve Türkiye’ye yerleşeceğim’ diyordu.
O zaman bütün basın, radyo, TV doluştu evimize. Hayli sorular, karşı çıkmalar, hatta tehditler sürdü gitti. Ben o zaman bir zarar vermelerinden çok korktum…
Fakat Zef Clement’e göre, batı çok maddeci olmuştu. Yaşanamayacak kadar maddeci ve katı. Sünnet olmasını soranlara da şöyle diyordu: ‘Değil sünnet, kolumun kesilmesi gerekseydi, İslam için kestirmekte tereddüt etmezdim. Bunu siz anlayamazsınız. Bu duygu, vatan sevgisini de aşan bambaşka bir şey…”
Kendisini yollamak istemediler. Korkunç tepkiler oldu. Fakat o bir kere karar vermişti.
Bu kararlar onu rahatlatmıştı. Önceki eşinden olan oğlunu bile bu rahatlıkla affetti ve onunla barıştı.
Bir gün, 1981’in son günlerinden bir gün, bütün dünyasını bir TIR’a doldurarak, kendisi ve eşi ile birlikte İstanbul’a gelip yerleştiler. “Artık rahatım, huzurluyum. Çünkü ömrümün kalan yılları burada geçecek” diyordu.
Gerçekten de o, bu vatana aşık olmuştu. Bu ülkenin taşından toprağına, çiçeğinden böceğine kadar her şeyine vurgundu. Onun gözünde Türkiye, taşıyla toprağıyla sanat üretiyordu. Böyle bir ülke bırakılabilir miydi? O Türk insanını sevdi, saydı. Çünkü yüreği Akdenizliydi. Akdeniz yüreği vardı onda. Kendi ülkesinin insanları ise, yüreğindeki insanlar değildi. O kalbinin tutkun olduğu insanı burada, Türkiye’de buldu.
Bu sebeple de Türkiye’yi bırakıp giden aydınlara, özellikle de sanatçılara akıl erdiremedi. Suni bir şekilde üretilen Avrupa hayranlığına şaştı kaldı. Onun için de İstanbul’a gelişinde bayrağımıza sarılıp hüngür hüngür ağlamıştı. O, artık bu ülkenin bir vatandaşı, bu milletin bir ferdi idi.
Bu duygu yüreğinde öyle köklü ve sağlam bir yer bulmuştu ki, kendisini Hollandalı olarak takdim edenlere kızıyordu: “Hayır, ben Hollandalı değilim, Türküm, Müslümanım. Sizlerden biriyim artık. Beni kendinizden sayın artık.”
En sık ziyaret ettiği yer Karacaahmed mezarlığıydı… Şimdiki mezarının yeri, etrafı, civarı… Bir gün Küçük Çamlıca’daki küçücük bir mescidi ve türbeyi ziyaret eder. Çok sever orasını. Dua eder, hatta boynunda asılı duran tesbihi de oraya asar sevinçle.
Artık o gerçek bir Müslüman Türk gibi yaşamak istiyor, bunu içinden, ta yüreğinden hissederek yapıyordu. Tasavvuf musikisini dinliyor, ezanı seviyordu. Özellikle çalışma yerinin tam karşısında yer alan Erenköy Camii’nin minaresine bakar, özellikle sabah ezanını dinlerdi. TV, ya da radyodan mevlitleri kaçırmazdı. Allah kelimesi Türkçe’nin en çok sevdiği kelimesiydi. Bunu Türkçe’deki bütün kullanılış şekilleriyle söylüyordu. Mesela, şaştığı zaman ‘Allah, Allah’, ‘Maşaallah’ diyordu. Dualarında bile kullandığı Yaratıcı ismi, Allah’tı. Artık yüreğinin bütünü bu imanla dopdolu idi.
“Allah elimi tutup oynatmazsa, Allah bana ilham vermezse, Allah gönlüme yol göstermese ben resim yapamam” diyordu. Her şeyin hakiki sahibi, yaratıcısı Allah’tır. Biz onun iradesi, gücü ve ilmiyle hareket ettirdiği kullarız.
İslam’da direkt Cenab-ı Hak ile temas vardır. İnsan istediği an Rabbiyle birlikte oluyor. Arada aracı yok, ne güzel diyordu. İslam müsamahasını yaşayan ve eserleriyle hala yaşayan Mevlana’ya hayrandı.
Hat sanatına hayranlığı ise, tarife sığmazdı. Hatta bütün arzusu hattı resimle fiks edip yeni bir resim akımı meydana getirmek istiyordu. Zaten son çalışmalarında bu arzusunun parıldadığı gözleniyordu. Yeril sanatları taklit etmeyen sanatçılara kızıyordu. ‘Avrupa’da ne var, sizin her şeyiniz sanattır, kıymetini bilin’ diyordu.
Özellikle köyü çok seviyordu. O, Anadolu medeniyetine çok tutkundu. Köyü, koy kadınlarını resimlerine yansıtıyordu. Hatta son günlerinde İstanbul’dan sıkılmaya başlamış, “Ne var İstanbul’da, köye gidelim” diye tutturmuştu. Arzusu bir Türk köyünde yerleşip ölmekti. Sakalını bile değiştirip Müslümanlara benzetti.
Zonguldak’taki maden faciasında hayatını kaybedenlere müthiş üzüldü. ‘Onlar kadar öldüm, aileleri kadar perişan oldum’ diyordu. Bir tablosunu onlar için bağışladı. Gelirini şehit madencilerin ailelerine gönderecekti. Hatta ömrü vefa etseydi, onları bizzat ziyaret için de kararlıydı. Olayı haber veren bütün gazeteleri büyük bir üzüntüyle takip etti. Dayanamadı, kriz geçirdi.
Bu ilk kalp krizinden sonra şeker komasına da girdi. Hastanede Melike Hanım başucundaydı. Doktor sabaha kadar su içireceksiniz, susuz kalmış diyordu. Aynı odada yatan bir hasta daha vardır. Fakat Zef’in durumu ümitsiz olduğu için, öbür hastanın morali bozulmasın diye onu başka bir yere naklederler. O hasta Melike Hanım’a der ki, “Bende okunmuş su var. İsterseniz bundan içirin. Zef’in onaylaması üzerine eşi, o suyu içirtir. Zef, bir süre dalar. Sabahleyin çok ümitli ve huzurlu uyanır. Der ki: “Ben bu gece cennete gittim, döndüm. Kapısından döndüm ama…” Vakit Ramazan’dır. Bu da, o temiz yüreğe bir Ramazan bereketidir.
Türkiye’ye geldiği ilk Ramazan’ın ilk günü oruç tutmak ister. Fakat eşinin ve doktorların baskısı onu vazgeçirtmek için kafi gelmez. Oruç tutmasını istemezler. Çünkü müzmin şeker hastasıdır, devamlı insülin alması gereklidir. Ama o diretir. ‘İnsülini akşam yaparlar’ der. ‘Buna doktorlar değil, ben karar vereceğim, ama önce bir denemeliyim. Bakalım, belki de oruç iyi gelecek bana… Allah gösterecek bana tutup tutmayacağımı.’ İlk gün, hiç yataktan çıkmayarak orucunu tutar.
İkinci gün ise dışarı çıkmak ister. ‘Müslümanlar hem işlerini yapıyor, hem de oruç tutuyorlar’ der. Eşiyle birlikte dışarı çıkarlar, dolaşıp dönerlerken yolda fenalaşır ve orucunu bozmak zorunda kalır.
Vefat ettiği zaman yine Ramazan’dır. 1 Temmuz 1983. Tatlı, ilik bir yaz Ramazanı. Hem de Cuma günü.
Melike hanım anlatıyor:
“Vefat ettiğinde rengi değişti, yüzü nurlandı. Halbuki o günlerde hasta ve solgundu. Tatlı, munis, sevimli bir hal aldı. Yanında yalnız ben vardım. Onda ölüme de alıştım. Artık ölümden korkmuyorum.”
Zaten Zef’e göre doğum da ölüm kadar, ölüm de doğum kadar tabii idi. Böyle gördüğü için ölümü de doğum kadar severdi. “Doğuma sevinilir de ölüme niçin sevinilmez? O da yeni bir doğuş değil midir?” derdi.
Melike Hanım, şimdi ona dua edebilmek için Fatiha ve İhlas surelerini öğrenmiş. Her akşam üçer defa okuyormuş. “Dinimi ve vatanımı seven bir sanatçının eşi olmakla iftihar ettim” diyor.
Zef Clement, sembolist, mistik türde resim yaptığını söylüyordu. Çocukluğundan beri izlediği ve vermek istediği sevgiyi Türkiye’de bulmuştu.
Son söz, onun sözleri olsun.
Dermiş ki:
“Zaman güzelse, saate bakma.
Yaşamak sanat, birlikte yaşamak büyük sanattır.
Acı çekmeyen insan, insan değildir.”
Kaynak: Vehbi Vakkasoğlu, Zafer Derg., Mart 1984, sayı: 87, s. 20-22; Nisan 1984, sayı: 88, s. 8-10.