Prof. Dr. Ayhan Songar
Orucu basitçe bir perhiz gibi almak, gafletlerin en büyüğüdür. Aslına bakarsanız, gündüz yediğimiz iki öğün yemeği gece yemekle, her hangi bir perhiz, midemizle ilgili bir şey yapmış olmuyoruz. Oruç, Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de “Ey iman edenler! Sizden öncekilere farz olunduğu gibi size de oruç tutmak farz olundu, ta ki korunasınız” ayet-i kerimesi ile emrettiği bir ibadettir.
Birçok felsefi doktrinde, biyolojik ve psikolojik teori ve ekollerde İslam’ın nefes-i emmare dediği şey ve insanın onunla mücadelesi anlatılır.
İster psikanalizcilerin ‘şuur altı’ deyimini kabul edelim, ister içgüdülerden, enstenktlerden söz edelim, dilerseniz refleksçilerle beraber şartlı ve şartsız refleksleri inceleyelim, hepsinde İslam’ın nefs-i emmaresini görerek, onun çeşitli deyimlerle tekrar ve teyidini buluruz. İslam inancınca göre ‘nefs’, insanların yaşaması, üremesi, dünyevi çalışmaları için yaratılmıştır. Fakat, aynı zamanda insanlara nefslerine uymamaları, onu frenleyebilmeleri, ona hakim olup zararlarından korunmaları için emir ve yasaklar da gönderilmiştir. Tıpkı içgüdülerimiz veya şuur altımız gibi. Daha doğrusu bunlar birbirinden farklı şeyler değildir; aynı olayın çeşitli deyimlerle ifadesinden ibarettir. Demek oluyor ki nefs-i emmare (buna isterseniz içgüdü veya şuuraltı deyin), birtakım bedeni ihtiyaçlarımızın doyurulması ve dünya ile ilgili faaliyetlerde bulunmamız için gerekli bir enerji kaynağı, bir kuvvettir. Fakat nasıl kontrol altına alındığı, zaptedildiği takdirde ise bir tren katarını sürükler götürürse, nefs-i emmaremiz, içgüdülerimiz, şuuraltımız, birtakım baskı, kontrol ve düzenleme mekanizmalarına muhtaçtır. İşte bunların başında ORUÇ gelir… Allah, “Oruç tutunuz ta ki korunasınız” buyuruyor…
Trakya’nın köylerinden gelmiş bir vatandaşımıza soyadını sordum, ‘Kavgalı’ dedi… “Kiminle kavalısın?” diye sorduğumda ise verdiği cevap beni kalbimden vurmuştu: “Kendi nefsimizle, beyim” diyordu, “Başka kavga edecek kim var ki!…” İşte oruç, insanoğlunun kendi ile kavgasında, Allah’ın emrine uyarak kazandığı zaferdir. Midemiz olduğu kadar dilimiz, elimiz, gözümüz, kulağımız ve ruhumuz her türlü kötülükten uzak tutulur; arınız, paklanırız.
Otuz gün bu ruh terbiyesi ile geçtikten sonra kavuşulan bayram ise, bu dünyada bize verilmiş bir mükafat, hak ettiğimiz bir armağandır.
Bana, gerek oruç ve gerekse diğer ibadetlerin ‘faydası’ birçok kimseler tarafından sorulmuştur. Hiç unutmam bir Ramazan arifesinde, ilk gece teravih namazına giderken bir genç kızımız, “Peki, bugün oruç yoktu; ne yediniz de onu eritmek için teravih namazı kılacaksınız?” diye sormuştu. Bu hanım kızımız dinine bağlı bir ailenin Müslüman evladı idi. Ama ne yazık ki, meselenin ruhuna vakıf değildi. İslami kültürü taşımıyordu. Ona göre, 20 rekat teravih namazı, iftarda bol bol yenen yiyeceklerin hazmedilmesi için bir nevi beden egzersizi idi… Allah tarafından emredilmişti ama, bu maksat için!…
Maksat-ı ilahi’yi tefsir –haşa- haddimiz değil, ama tahmin etmek, sezmek elbette mümkün. İbadetleri, bu derece düşük seviyede düşünmek etmek ise pek ilkel bir düşünce olur.
İnsanlar içindir ve yine faydası bizedir. Ama ne oruç, mide ilacı veya perhiz; ne de namaz bir beden eğitimidir. Aslolan, tekrar edelim; Allah’ı ve O’nun emirlerini anlamak, O’nun yüce düzeni içinde bulunmanın şuuruna ermek ve nefsimizi gem altına almaktır.
.
Kaynak: Zafer Derg., Ocak 1977, sayı: 253, s. 36.