Allah’ı Arayan Adam
Münevver Sancak
Son çağın Batılı edebiyat ustalarından Stefan Zweig, “Üç Büyük Adam”ında, on dokuzuncu asır Rusya’sını şöyle canlandırır: “On dokuzuncu yüzyılın ortalarındaki Rusya ne tarafa yöneleceğini bilemiyordu: Doğuya mı, Batıya mı, Avrupa’ya mı, Asya’ya mı? Her yer karışık, her şey düzensizdi. Çarlık, kendisini birdenbire komünist bir anarşi ile karşı karşıya bulmuştu; eskilerin o derin inancı, öfkeli ve taassuplu bir dinsizlik ve ateizm şeklini almıştı. Her yer sallantıdaydı, her şey değerini ve ölçüsünü kaybetmişti. Bu insanların üstünde inanç yıldızları parlamıyordu artık ve kanunlar kalplerine söz geçiremiyordu.” Dostoyevski böyle bir devrin, böyle bir toplumun, böyle bir vasatın çocuğuydu. “Ben içerisinde yaşadığımız bu çağın, bu asrın çocuğuyum” diyordu, “inançsızlık ve şüphe içerisinde kıvranan bir çocuk. Ve öyle görünüyor ki, hatta kesinlikle söyleyebilirim ki, hayatımın sonuna kadar böyle kalacağım.” İçinde yaşadığı bu şartlar, onu acılar, ıstıraplar, tereddütler içinde yoğurdu. Bu acılar içinde Allah’a imanda düğüm noktasını görerek, her romanının kahramanları arasında, mü’minlerin huzurunu, sevincini, büyüklüğünü gözler önüne serdi. Son romanı Karamazof Kardeşler’in yayınından dokuz yıl önce, bir diğer ifadeyle, bu romanı zihninde üç yıldır yoğurmuş durumdayken, “Bu kitabın bütün bölümlerinde ele alınacak asıl mesele,” diyordu, “şuurlu ya da şuursuz olarak bütün ömrüm boyuncu acısını çektiğim mesele olacak: Allah’ın varlığı meselesi!” Üç Karamazof’un hayatını şekillendiren asli unsur da buydu ve Karamazof kardeşlerin en küçüğü Alyoşa, aradan imanıyla sivriliyor, yüceliyordu. Tıpkı Ölüler Evinden Hatıralar’ın Petroviç’i, Budala’nın Prens Mişkin’i gibi. Onun Ecinniler, Suç ve Ceza, Yeraltından Notlar, Delikanlı gibi diğer eserlerinde de başka bir odak noktası söz konusu değildi. Çünkü, Prens Mişkin’in söylettiği gibi, “İnançsız kişilerle konuştuğu ya da onların kitaplarını okuduğu her defa, aynı müşahedede bulunmuştu: İnançsız kişilerin bütün delilleri, hatta görünüşte en doğru olanları bile yetersizdi.” Çünkü, “Allah’a şiddetle ihtiyacım var; zira, daima sevebileceğimiz biricik Varlok odur” hükmünün sahibiydi. Çünkü, en genç Karamazof’un mürşidi olan ermiş Zossima’ya “Allah’a ve hayata lanet edenler, kendi kendilerini lanetlerler. Her şeyi sevecek olursan, İlahi sır her şeyde açığa vuracaktır kendini ve sen alemşümul bir sevgiyle bütün dünyayı kucaklayacaksın” dedirtebilecek olgunluğa ulaşmıştı. Stefan Zweig’in belirttiği gibi, Dostoyevski’nin “hayatın en önemli problemi” olarak gördüğü Allah ve ebediyet probleminden hiçbir kahramanı kaçamıyordu. “Bu problem bütün benliklerini kaplamıştır ve hareketlerinin ayrılmaz bir parçasıdır. Bazen hareketlerinden önce gelir, bazen de pişmanlık duygusu halinde izler onları; kendilerini hiçbir zaman bu problemden kurtaramazlar. Allah’ı inkar eden birik kahramanı olan Kirilov, fikrinin kurbanı olan bu adam, Allah’ı yok etmek için intihar eder ve böylece, O’nun varlığını ve O’ndan kaçmanın imkansızlığını ispat etmiş olur.” Gerçekte, Dostoyevski’nin roman kahramanları, onun kendisinden, kendi içinde çatışan duygu ve düşüncelerin tecessümünden başka bir şey değildi. Ve şüpheleri, tereddütleri birer roman kahramanı olarak cisimleşirken, bu şüphe ve tereddüdün karşısına birer mü’min de çıkarıyordu. Stefan Zweig’a dönecek olursak, “Dostoyevski, hayatı boyunca, Allah’a erişebilmek için çabalamış ve ‘kuru bir ot’ gibi inanca susamıştı. Benliği parçalanmış olduğu için Birliğe ulaşmaya çalışmıştır; daima kovalandığı için sığınacak bir yer aramıştır; tutkunun akıntılarına kendini kaptırdığı için, bir çıkar yol bulmak; denize, sükuna ve huzura kavuşmak istemiştir. Bütün hülyası, Allah’a sığınarak içini dökmektir. Kollarını Allah’a doğru uzatmaktadır; çabalamakta, çırpınmakta, şevkini, gayretini ilan etmekte, mantığın kancalarını O’na ulaşabilmek için fırlatmakta, O’na erişebilmek için en kurnazca tuzaklara başvurmaktadır. Tutkusu, yayından fırlamış bir ok gibi O’na varmaya çalışmaktır. Gerçek bir Allah’a susamışlıktır bu; en son derecesine varmış bir duygu.” Bu durumdaki bir edebiyat devini, bütün eserleriyle birlikte bir makale sınırları içinde anlatabilmenin imkanı yoktur. Bu bakından, öncelikle, Rus edebiyatını Batıya tanıtan Madam de Vogue”un, onun en önemli üç eserinden biri kabul ettiği ve esasen Dostoyevski’nin “Geleceğim buna bağlı” diyerek Kur’an’ı istediği sürgün yıllarını canlandıran Ölüler Evinden Hatıralar üzerinde durmak istiyoruz. Bu roman, konu itibariyle, karısını öldürdüğü için kürek cezasına çarptırılmış olan Alexandr Petroviç’in hatıralını içerir. Ama, esasen yazarın kendi hayatına ait hatıralar; Dostoyevski’nin bizzat yaşadığı olaylardır. Ölüler Evinden Hatıralar, “ölüler evi”nin Sibirya’da mahkum edildikleri hapishanenin tasviriyle başlar. Mahkumların, gardiyanların, mahkumları idare şeklinin tasviri oldukça güçlüdür, çok canlıdır. Bu tasvirleri, romanın kahramanı Alexandr Petroviç’in suçlu psikolojisi üzerine mütalaaları takip eder. Mahkumları tek tek inceleyen Petroviç, “Pek tabiidir ki, topluma baş kaldırmış olan suçlu, ondan nefret eder; hemen daima kendisinin haklı, toplumun haksız olduğuna inanır. Toplumun kendisine çektirdiği ceza da, zaten ona karşı olan borcunu ödemiş, kendini temize çıkartmış saymasına fırsat verir” diyerek, onların ruh hallerini izah eder. Ki, bu satırlar, Dostoyevski için “Psikoloji konusunda bana bir şeyler öğretmiş olan tek kişi” diyen Nietzsche’ye hak verdiren nice satırdan sadece birkaçıdır.
Yazar, romanın çeşitli yerlerinde, sosyal konular ile veya devrin fikir akımları ile ilgili görüşlerine yer vermekten geri durmaz. Mesela, “Gerçekte hiçbir suç, tamamıyla bir başkasının aynı değildir” diyerek zevk için cinayet işleyenlerle namusunu kurtarmak için adam öldürenler arasında büyük farklar olduğunu işler ve “Fakat hepsi de aynı cezaya çarptırılır” diyerek konuşmasını sürdürür. “Ne kadar ayrı kişilik varsa, suçlar arasında da o kadar fark vardır. Sonra cezanın sonuçları eşitsizdir; mahkumun biri kendini yer, mum gibi erir; öteki ise dünyada böylesine neşeli bir hayat, böylesine kayıtsız, gözüpek kişilerden meydana gelmiş bir arkadaş çevresi bulunabileceğini düşünmez. Birbirinden bu derece farklı yaratıklara aynı cezayı uygulamak olacak iş mi gerçekten?” Yahut, “ilericiler” diye adlandırılan ve Rusya’nın ilerleyebilmesi için Batının öğretim usullerinin çabucak benimsenmesinden medet uman aydınlar zümresine karşı “Fransız her şeyden önce Fransız, İngiliz de İngiliz’dir. Başlıca gayeleri oldukları gibi kalmaktır ve güçleri de bundadır” der. Ne gariptir ki, Dostoyevski’nin itiraz ettiği bu aydın zümre, ülkemizde de iki asırdır yaşamıştır ve yaşıyor. “İlk intibalar” bölmünde ise, roman, insan ruhunu bütün çıplaklığı ile tanıyan ve tanıtabilen Dostoyevski’nin güçlü tahlilleriyle doludur. Mesela, mahkumlar ile sair insanların münasebetini işlerken, “En iyi şef, onlardan korkmayandır”ın yanında, “Mahkumlar ancak kendilerine güvenildiği zaman rahat ediyorlar. Hatta bu yoldan mahkumları kendine bağlamak bile mümkün” tahlilinin sahibidir. Diğer taraftan “Kanun efendim, mevzuat böyle”ciler için “Kanunun bu kör uygulayıcıları, kanunun ruhuna aldırış etmeksizin, harfi harfine uygulamasının dosdoğru ayaklanmaya götüreceğini ve başka bir işe yaramayacağını asla anlayacak hale gelmezler. ‘Kanun böyle diyor, ya daha ne istiyorsunuz?’ diye bağırırlar ve kanun uygulamasının yanında, biraz sağduyu ve iyi niyet gösterilmesini isteyenlere şaşarlar” der. Oysa, ona göre, kanunlar genel haller için çıkarılır; ve zamanın ve kişilerin içinde bulundukları şartlar birtakım esneklikleri gerektirir. Dostoyevski’nin bu romanını okuyanlar, bu arada Müslümanın da yer aldığını göreceklerdir. “Ali, henüz yirmi ikisinde idi ve daha da genç gösteriyordu. Ranza komşumdu. Güzel, aydınlık, saf yüzü beni ilk bakışta kendisine bağlamıştı ve komşum olarak ona düştüğüm için Allah’a şükrettim. Güzel, hatta kusursuz denebilecek kadar güzel yüzünde, ruhu ap açık olduğu gibi okunuyordu. Gülüşü gençliğinin güven ve sadeliğini yansıtıyordu; kocaman kara gözlerinde öylesine bir tatlılık vardı ki, onlara bakınca kederim hafifliyordu.” Alexandr Petroviç’in ranza arkadaşı olan Ali, esasen Dostoyevski’yi Sibirya sürgününde İslamiyet’ten ve Kur’an’dan haberdar Tatar Müslümandır. Ki, bu beraberlik Dostoyevski’ye öyle tesir etmiş olmalı ki, sürgünden ağabeyine gönderdiği iki mektubunda, İncil’den başka kitabın giremediği hapishaneye kendisi için Kur’an göndermesini istemiş ve “Geleceğim bunlara bağlı” demişti. Bu Müslüman kader arkadaşı, Dostoyevski’ye öyle tesir etmiştir ki, Ölüler Evinden Hatıralar’ın Petroviç’ten de canlı tek kahramanı Ali’dir. Ali’nin hali ve tavrı, dinsizliğe kesinlikle tahammülsüz ve safi bir Hıristiyan olan Dostoyevski’ye, şu satırları yazdırır: “Bu delikanlının hapishanede bozulacak yerde, bu kadar saygılı, bu kadar açık yürekli, bu kadar sevimli ve iyi kalabildiğini görünce, insanın elinde olmadan içi burkuluyordu. Zaten, gözle görülecek kadar uysal yaratılışlı olmasına rağmen, sağlam bir karakter sahibiydi, bunu daha sonra anladım. Bir genç kız kadar utangaçtı; her türlü aşağılık, sinsi, tiksindirici veya haksız davranış o güzel gözlerinde hiddet kıvılcımları saçtırıyordu. Fakat, kolay kolay ezilecek, kuru gürültüye pabuç bırakacak bir adam olmamasına rağmen, kavga ve küfürden kaçardı. Bana son derece akıllı, alçak gönüllü ve ince, ama aynı zamanda mantığı güçlü ve yerinde biri olarak göründü. Kısacası, onu fevkalade bir insan olarak tanıdım ve onunla karşılaşmamı daima hayatımın en iyi tesadüflerinden biri olarak anarım.” Alexandr Petroviç hapisten çıkınca, Sibirya sürgününde Ali’ye faydalı olur düşüncesiyle Rusça öğretmeye başlar. Bir gün İncil’in Rusça tercümesinden ‘Dağdaki Vaaz’ kısmını okumaya başlar. Bununla gelişen olaylar, Dostoyevski’nin Müslümanlara bakış tarzını ve iki din mensupları arasında diyalogun güzel bir örneğini vermesi bakımından kayda değerdir: “Bir gün, birlikte ‘Dağdaki Vaaz’ı okuduk. Bazı bölümlerini özellikle duyarak okuduğunu görüyordum. Ona, okuduğundan zevk alıp almadığını sordum. Bana dikkatle baktı ve yüzü kızardı: ‘O, evet’ cevabını verdi. ‘Evet, Hz. İsa bir peygamberdi. İsa, Allah’ın ayetlerini konuşuyor.’ ‘Peki, en çok neresi hoşuna gitti?’ ‘Bağışla, sev, kötülük etme, düşmanını da sev’ sözleri. Ne kadar da yerinde söylemmiş! “Bizi dinlemekte olan ağabeylerine dönüp heyecanlı bir şeyler anlattı. İki adam uzun süre ciddi ciddi başlarını sallayarak aralarında konuştular. Sonra, hem ağır başlı, hem de müsamaha sahibi bir gülümseme ile –özellikle ağırbaşlılığı hoşuma giden katıksız Müslüman gülüşüyle- bana dönerek, İsa’nın Allah’ın peygamberi ve büyük mucizelerin sahibi olduğunu söylediler. Kilden bir kuş yoğurduktan sonra üflemiş ve kuş canlanıp uçmuş. Bu Kur’an’da yazılıymış.” Romanın sonlarına doğru, Dostoyevski’nin insan ruhunun düşeceği sefalet derecelerini, bunun cemiyette açacağı kapanmaz yaraları ve asli çarenin ne olduğunu gösterdiği rahatlıkla gözlenebilir. “Başkalarına eziyet etmek, çabuk genişleyebilen, gelişen ve sonunda hastalık halini alan bir alışkanlıktır. Ben insanların en iyisinin bile, alışkanlık sonucu vahşi bir ahyan haline gelebileceği fikrini savunuyorum” ile başlayan tahlil, “Kan ve başkaları üzerinde denenen kuvvet, insanı sarhoş eder; kabalığı ve ahlak düşkünlüğünü doğurur”la devam eder. “Böyle zalim bir kişinin insanlığı da, vatandaşlığı da bütün bütün yok olmuştur. İnsan vicdanına, pişmanlığa dönüş, onun için hemen hemen imkansızlaşmıştır.” Hemen peşisıra, zevkin sınırsız gücünün, bütün topluma bulaşabilen tehlikeli bir cazibesi olduğu anlatılır. Ardından, insanlara bedeni ceza vermenin toplumun yaralarından biri olduğu; doğrudan çözülmeye, her türlü medeniyet tohumunu boğmaya yol açtığı işlenir. Çözüm ise işaretlerle, remizlerle, canlandırılan karakterlerle gösterilir. Nitekim, Ölüler Evinden Hatıralar’ın idealleştirilen, övülen iki şahsiyeti Petroviç ve Ali, biri Hıristiyan biri Müslüman, iki samimi dindardır. Karamazof Kardeşler’in en küçüğü Alyoşa bir veli gibidir. Budala’nın Prens Mişkin, tam bir sufidir. Bu kahramanlar, “Bir ağacın önünden, onu sevmeden ve onun var oluşundan mutluluk duymadan geçilebileceğini aklım almıyor. Şu yeryüzünde adım başı karşımıza çıkan o kadar çok şey var ki! En bayağı olanlarında bile harikulade bir güzellik vardır” diyebilen imanlı insanlardır. Kendilerine nasıl kötülük yapılsın, yine de insanları ve eşyayı sevmekten vazgeçmezler. Bu da, Dostoyevski’nin kurtuluşu sağlam bir imanda gördüğünü; sağlam dindarların aşağılık zevkler ile tatmin yoluna gitmeyeceğine inandığını gösterir. Ki, Stefan Zweig, bu bakımdan onu “hiçbir zaman erişmeksizin, ebediyen Allah’a ulaşmaya çalışan bir insan” olarak tarif ettikten sonra, “Dostoyevski, inanmayı telkin eden büyük bir vaiz değil midir? Allah’a doğru yükselen sevinç dolu bir övgü yok mudur bütün eserlerinde? Politika ve edebiyat alanındaki yazıları, Allah’ın varlığı mecburiyetini kesin olarak ortaya koymuyor mu? Ateistliği en büyük suç olarak görmüyor mu?” diyor. Şüphesiz, Dostoyevski bu yolda çok şeyler yazmıştı. Ama daha çok şeyler yazması, hatta hayatının akışı içinde İslamiyet’i kucaklaması dahi muhtemeldi. Çünkü, son romanı Karamazof Kardeşler’i yazdığı sıralarda, kendi ifadesiyle, düşünüp duyduklarının henüz yirmide birini yazmış durumdaydı ve kalan yirmide on dokuz, ölümüyle birlikte sır olup gitti. Yine de, “Dinsiz bir millet yaşayamaz. Rus da dinsiz kalamaz. Geri dönüp Hıristiyan da olamaz” ifadeleriyle başlayan müjde bir gün gerçekleşirse, bu gerçekleşmeye kapı açanlar arasında Dostoyevski adı mutlaka en başlarda anılacaktır.
Kaynak: Köprü Derg., Aralık 1986, sayı: 105, s. 41-43.