Mevlid / Mevlit / Mevlütte Kurana Aykırı / Çelişkili / Sakıncalı Hususlar
Mevlid (doğum yeri ve zamanı) olarak bilinen Vesiletü’n-Necât adlı şiir 1409 yılında Bursa’da Süleyman Çelebi (ö. 1422), tarafından hazırlanmıştır. Süleyman Çelebi’nin bu şiirini yazma gerekçesi olarak şu olay anlatılır:
Bursa Ulu Camisinde kürsüye İranlı bir vaiz çıkar ve Bakara suresinin 285. ayetindeki, “Allah’ın elçilerinden hiç̧ birini diğerlerinin arasından ayırmayız (hepsine inanırız)” mealindeki ayeti izaha çalışır. Muhammed’in (as) İsâ Nebi ve diğer nebilerden üstün tutulmaması gerektiğini söyler. Süleyman Çelebi, bundan çok rahatsız olur ve Rasulullah’ın tüm nebilerden üstün olduğunu anlatan ama hiçbir sağlam kaynağa dayanmayan bilgiler içeren bu şiirini kaleme alır.
Kur’an’a göre nebilerin hepsi aynı dereceye sahiptir. Bu durum, birden fazla yerde ifade edilir: “…onların arasında hiçbir fark gözetmeyiz…” (Al-i İmran [3] 84); “…Onları birbirinden asla ayırt etmeyiz…” (Bakara [2] 136); “…Onun elçilerinden hiçbiri arasında ayrım yapmayız…” (Bakara [2] 285).
Elçiler arasında farklılıklar olabilir. Allah kimiyle konuşmuştur, kimisine başka özellikler vermiştir. Ancak Mü’minler, nebileri hangisinin bir diğerinden daha üstün olduğu yarışına sokmazlar. Onların hepsinin aynı mesajı savunduklarına inanırlar. Kaldı ki hangisinin daha üstün olduğunu yine en iyi bilen Allah’tır.
Yüzyıllar boyu baş tacı edilen Süleyman Çelebi’nin yazdığı şiirdeki Kur’an dışı bilgilerin ve yanlışlıkların bir kısmına göz atalım:
Pes Muhammeddir bu varlığa sebeb Sıdk ile ânın rızasına kıl taleb [Bu varlıkların (varoluş) sebebi (nedeni) yalnızca Muhammed’dir. Sen de doğrulukla onun rızasını iste]... Anun için oldı bu varlık kamu Ay ü yıldız yir ü gök uçmak tamu [Bu varlık alemi, ay ve yıldızlarıyla, yerleri ve gökleriyle, cenneti ve cehennemiyle hep onun yüzü suyuna var oldu]. Senin için yaratıldı nüh felek İns ü cinn ü hur ü cennet hem melek [Dokuz kat gök senin için yaratıldı; insanlar, cinler, hatta huriler ve cennet, üstelik melekler de]. |
Süleyman Çelebi’nin yazdığı Mevlid’e göre, varlıkların sebebi Muhammed’dir (as). O var olmasaydı hiçbir şey var edilmezdi. Oysaki Kur’an’a göre Allah kâinatı hiçbir insan hatırı için yaratmamıştır. Allah her şeyi bizim için (Bakara [2] 29), Ona kulluk etmemiz (Zariyat [51] 56) ve imtihan olmamız için yaratmıştır (Hud [11] 7; Mülk [67] 2). Ahirette bize sadece Allah’ın rızası bir yarar sağlayacaktır (Nisa [4] 114). |
Bu gelen aşkına devreyler felek Yüzüne müştakdürür ins ü melek [Gökler, bu gelen aşkına döner. İnsanlar ve melekler bu gelenin yüzüne (kaç bin yıldır) özlem duymaktadırlar)]. |
Bütün kâinat ve içinde olup bitenler, bizim gibi bir insan olan Rasulullah için mi, yoksa âlemlerin Rabbi olan Allah içi mi meydana gelir? “De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım!…” (Kehf [18] 110). |
Bu gelen ilm-i ledün sultanıdır Bu gelen tehvid-i irfan kânıdır [Bu gelen dünya ve ahiret ilimlerinin sultanı (gaybı bilen)dir. Bu gelen ilim, irfan, ahlakın, birliğin, dinin kaynağıdır]...… Gülbang-i kudumün çekilir arş-ı Hudâda Esmâ-i şerifin anılır arz u semâda [Allah’ın arşında (melekler tarafından) beş vakit senin gelişine gülbank çekilir. Yerlerde ve göklerde hiç kesintisiz senin adın tekrarlanır]. |
Rasulullah gerçekten dünya ve ahiret tüm ilimlerin sultanı mıdır? Eğer böyle ise görünürün ve görünmezin alimi (alimu’l-gaybi ve’ş-şehadat) Allah değil midir?
“… Sen Kitap nedir, iman nedir bilmezdin…” (Şûra [42] 52). “İşte bunlar, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce onları ne sen biliyordun ne de kavmin…” (Hud [11] 49. Ayrıca Al-i İmran [3] 44). |
Seyyid-i Kainat, Hz. Fahr-i Alem Muhammed Mustafa’ya salavat [Kâinatın efendisi, âlemin övüncü Muhammed Mustafa’ya salavat]. |
“Seyyid-i Kâinat /Âlemlerin Efendisi” olarak tesmiye edilen Peygamber İslam Peygamberi değildir. Tanrılaştırılan, İslam ile bağı olmayan bir dinin peygamberidir. Âlemlerin Rabbi, Efendisi Allah’tır. Muhammed ise onun kulu ve elçisidir. Bizim gibi ölümlü bir insandır. Kâinatın Efendisi yalnızca Allah’tır.
“Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’adır.” (Fatiha [1] 2). |
Gel Habibüm sana âşık olmışam Cümle halkı sana bende kılmışam [Gel ey sevgili, ben de sana âşığım. Bütün yaratıkları bu yüzden sana bende (kul, köle) eylemişim]. |
Mevlide göre hiçbir şey yaratılmamışken Rasulullah varmış ve adeta düğün hediyesi gibi ona ikram için yaratılmış kâinat! Allah Nebimize Kur’an’ın hiçbir ayetinde habibim/sevgilim dememiştir. Çünkü Allah’ın eşi, çocuğu ve sevgilisi yoktur, olamaz da.
Allah âşık olabilir mi? Aşk bir anomalidir, hastalıktır. Allah için böyle bir şey söz konusu olabilir mi? Yine Allah, insanların bir insana kul-köle olmasını istemez, tam tersine kula kulluğu ortadan kaldırmak için gelen İslam bunu yasaklar. Kulluk ancak ve sadece Allah’a yapılır. Halbuki burada Allah’ın nebimize bütün yaratılmışları kul-köle yaptığı bizzat Allah’ın adıyla iftira ediliyor. |
Zâtıma mir’ad edindim zâtını Bile yazdım adım ile adını [Zâtımın bir aynada yansıması olarak senin zâtını yarattım. Senin adın ile adımı birlikte yazdım]. |
“Kendime ayna edindim seni” diye yine Allah’a Nebimize hitaben bir söz söyletiliyor. Yani bu sözde, Muhammed’in (as) aslında Allah’ın yansıması, yani kendisi olduğu Allah’a söyletiliyor. Yani Muhammet = Allah (haşa) deniliyor. |
İndiler gökten melekler saf ü saf Kâbe gibi kıldılar evim tavaf [Gökten sıra sıra melekler indiler. Kâ’be’yi tavaf eder gibi evimi tavaf ettiler]... Cümle zerrât-ı cihan idüp nidâ Çağrışuban didiler kim merhabâ [Kainatta zerre zere her şey nida eyleyip çağrışarak dediler ki; “Merhaba (hoş geldin)]. |
Melekler neden Amine Hatun’un evini Kâbe gibi tavaf ettiler? Süleyman Çelebi bu bilgiye nasıl ulaştı? İnsanlara bilgi sunulurken bir kaynağa dayanmak gerekmez mi? Ayrıca bunları okuyan ibadet mi yapmış olur? |
Mustafa nurunu evvel kıldı var Sevdi anı ol kerimü girgidar [İlk önce Mustafa’nın nurunu var kıldı ve onu en sevgili gibi sevdi]... Mustafa nurunu alnından kodu Bil habibim nurudur bû nur dedi [Allah, Âdem’in alnına Muhammed’in nurunu koydu ve Âdem’e dedi ki: ”Bu nur, sevgilimin nurudur.”].. Kıldı o nur anın alnında karar Kaldı anın ile nice ruzigâr [O nur Âdem’in alnında karar kıldı ve daha nice ilahi esinti kaldı].. İşbu resm ile müselsel muttasıl Ta olunca Mustafa’ya müntekil [İşte bu birbirine bağlı zincirleme iz Mustafa’ya da intikal etti]. . Andan oldu her nihan-ü aşikâr . Ger Muhammed olmaya idi ayan . Ger Muhammed olmasa idi i yâr . Kimse onsuz toğru yola varmadı |
Tasavvufçu çevrelerin yoğun biçimde işlediği Nur-u Muhammed mitolojisi, Süleyman Çelebi’nin şiirini adeta kuşatmıştır. Nur-u Muhammedi veya Hakikat-i Muhammediyye miti, Muhammed’in (as) hakikat olarak Allah’ın yarattığı ilk varlık olduğunu, tüm alemlerin onun için var edildiği ve yerde gökte gizli-aşikâr ne varsa onun nurundan yaratıldığı esasına dayanmaktadır. Bu nur, evren daha yaratılmadan önce var idi ve her şey ondan yaratıldı.
Mevlid’e göre de Muhammed’in (as) nuru, Âdem’in ve eşinin, Şit’in (as), İbrahim’in (as) ve İsmail’in (as) alnında belirmiştir. Onların kutlu ve seçkin insanlar oluşlarıyla bu yaratılan ilk şey silsile yoluyla birbirlerine aktardıkları Nur-u Muhammedi arasında direkt bir bağ vardır! En sonunda bu nur, yaratılan ilk şey asıl sahibine aktarılmış. Kimi tarikatçılara göre de Allah ile nur/hakikat-i Muhammediye aynı gerçeğin ön ve arka yüzleridir (Mehmet Demirci, “Hakikati Muhammediye,” Diyanet İslam Ansiklopedisi, XV, 179-180). Bu şirk inanışı önceleri Yunan felsefesinde Plotinus’un sudur teorisindeki ilk akıl ve Mısır Hermetizmi putperestliğinde mevcut iken, oradan Hristiyanlığa İsa olarak, sonra da tarikatçılar sayesinde İslam kültürüne girmiştir: “Görünmez Tanrı’nın görünümü, bütün yaratılışın ilk doğanı odur. Nitekim yerde ve gökte, görünen ve görünmeyen her şey –tahtlar, egemenlikler, yönetimler, hükümranlıklar– onda yaratıldı. Her şey onun aracılığıyla ve onun için yaratıldı. Her şeyden önce var olan odur ve her şey varlığını onda sürdürmektedir.” (İncil, Koloseliler 1:15-17). Oysaki Kur’an’a göre Muhammed (as) bir elçiden başka bir şey değildir: “Muhammed sadece bir elçidir. Ondan önce de elçiler geldi…” (Al-i İmran [3] 144). “De ki: Ben rasullerin ilki değilim; bana ve size ne yapılacağını ben de bilmem…” (Ahkaf [46] 9). |
Yarılıp çıktı divardan nagehan Geldi üç huri banâ oldu ayan [Yarılıp çıktı duvardan ansızın. Geldi üç melek bana göründü].., Bazıları derler ki ol üç dilberinAsiye’ydi biri ol meh-peykerin [Bazılar derler ki o üç meleğin. Asiye idi biri o ay yüzlünün].. Biri Meryem hatun idi aşikâr Birisi hem hûrilerden bir nigâr [Biri Meryem Hatun idi açık. Birisi de hurilerden biriydi]. |
Firavun’un eşi Asiye ve İsa Nebi’nin annesi Meryem Valide’miz nasıl huri oldular? Bunlar Amine Hatuna nasıl göründüler? Doğuma nasıl şahit oldular? Biz de ölüleri görebilir miyiz? Bu bilgiye Süleyman Efendi’den başka şahit olan var mı? O bunları nereden biliyor? |
Rahmeten lil’alemindir Mustafa Hem şefiu’l-muznibindir Mustafa [Alemlere rahmettir Mustafa. Hem günahkârlara şefaatçidir Mustafa]. .. Merhabâ ey âsi ümmet melcei Merhabâ ey çâresüzler eşfa’i [Merhaba ey âsi ümmetlerin sığınağı! Merhaba ey çaresizlerin şefaatçisi!. Destgirisin kamu üftâdenin Hen penâhı bende vü âzâdenin [Sen ki bütün çaresizlerin çaresi, onların elinden tutansın; sen ki kölelerin de, hür olanların da sığınağısın]. . |
Nebimizin bütün günahkarlara şefaat edeceğine dair Kur’an’da bir garanti yoktur. Kur’an’daki şefaat ayetlerinin hemen hepsinin bağlamında şefaat edecek olanlar hep meleklerdir. Kur’an’da Rasulullah’ın ve diğer nebilerin şefaatine dair bir ima, bir işaret bile bulunmaz! (Prof. Dr. Yaşar Düzenli. Düzenli hoca profesörlük tezini şefaat konusunda hazırlamış ve Kur’an’a Göre Şefaat adıyla basılmıştır). “De ki: “Beni kimse Allah’a karşı savunamaz ve ben ondan başka bir sığınak bulamam.” (Cin [72] 22). “Allah, göklerin ve yerin nurudur…” (Nur [24] 35). |
Hem vesile olduğu içün ol Resul Âdemin Hak tövbesini kıldı kabul [Muhammed aracı olduğu için Allah Âdem’in tövbesini kabul etti]... Ger Muhammed gelmeseydi aleme Tac-i izzet ermez idi Âdeme [Eğer Muhammed Dünya’ya gelmeseydi Âdem itibar tacına ulaşamazdı]. |
Kur’an, Âdem’in tövbesi konusunda herhangi bir vesileden bahsetmez:
“Derken Âdem, Rabbinden (bazı) kelimeler aldı. Bunun üzerine (Allah da) tövbesini kabul etti. Şüphesiz O, tövbeleri kabul edendir, esirgeyendir.” (Bakara [3] 37). |
Nuh anıçün buldu hem garktan necat Daği doğmadan göründü mûcizat [Nuh, Muhammed’den dolayı boğulmaktan kurtuldu. Kendi doğmadan mucizeleri göründü]. |
Kur’an’a göre Nuh Nebi, Allah’ın vahyiyle gemi yapıyor ve Allah’ın yardımıyla o ve diğer Mü’minler kurtuluyor (Araf [7] 64; Hud [11] 37; Yunus [10] 73). Geminin yüzmesi ve demir atması Allah’ın adıyla olmuştur (Hud [11] 41). |
Ceddi olduğiçün anın hem Halil Narı cennet kıldı anâ ol Celil [Muhammed’in atası ve dost olduğu için Allah İbrahim’e ateşi cennet kıldı]. |
Allah, İbrahim Nebi’yi ateşten kurtarırken herhangi bir akrabalık ilişkisinden söz etmez:
“Biz, “Ey ateş! İbrahim’e karşı serin ve esenlik ol!” dedik.” (Enbiya [21] 69). “…Allah onu ateşten kurtardı…” (Ankebut [29] 24). |
Hem dahi Musa elindeki asa Oldu anın hürmetine ejderha [Musa’nın elindeki asa Muhammed’in hürmetine ejderha oldu]. |
Kur’an, Musa Nebi’nin asasının yılana dönüşmesi konusunda bir kişinin hürmeti vesilesiyle ilgili bir şeyden bahsetmez:
“Allah, “Yere at onu, ey Mûsâ!” dedi. Musa onu hemen yere attı. Bir de ne görsün, hızla sürünen bir yılana dönüştü.” (Taha [20] 19-20). |
Ölmeyip İsa göke buldu yol Ümmetinden olmak için idi ol [İsa Nebi, Muhammed ümmetinden olmak için ölmeden göğe çıktı]. |
İsa Nebi’nin Rasulullah’ın ümmetinden olmak için göğe çıktığı iddiasının Kur’an’dan herhangi bir delili yoktur:
“Bir gün Allah şöyle dedi: “Ey İsa! Senin ruhunu alacağım ve katıma yükselteceğim. Ayetlerimi görmezlikten gelen şu insanlardan seni arındıracağım. Sana uyanları, kıyamet gününe kadar kâfirlerden üstün kılacağım.” (Al-i İmran [3] 55). |
Her ne türlü kim saadet vardürür Yahşi hu, gerekli adet vardürür [Her türlü mutluluk varsa, Muhammed sayesindedir]... Hutben okunur minber-i iklim-i bekâda Hükmün tutulur mahkeme-i ruz-i cezada [Bakilik yurdunun minberinde hutbe,senin adına okunur. Mahşer gününün mahkemesinde senin hükmün geçer]. |
Kur’an ahirette mutluluğa erişmenin şartlarının Muhammed (as) sayesinde olduğundan bahsetmez:
“Artık iman edip salih amellerde bulunanlara gelince; Rableri onları Kendi rahmetine sokar. İşte apaçık olan ‘büyük mutluluk ve kurtuluş’ budur.” (Casiye [45] 30). |
Hak sanâ verdi mükemmel eyledi Yaradılmıştan mufaddal eyledi [Allah sana öyle şeyler verdi ve seni mükemmel kıldı. Seni yaratılanlardan üstün tuttu]. |
Kur’an’ın tanıttığı Muhammed (as) yalnızca bir insandır. Onun da tüm insanlar gibi günahları vardır:
“… Hem kendi günahın, hem de inanan erkek ve kadınların günahları için af dile!…” (Muhammed [47] 19). “Eğer bize atfen bazı sözler uydurmaya kalkışsaydı, elbette onu bundan dolayı kıskıvrak yakalardık; sonra da onun şah damarını keser atardık. Hiçbiriniz buna engel de olamazdınız.” (Hakka [69] 44-47). “…Eğer şirke düşersen yaptığın yanar gider ve sen de kaybedenlerden olursun.” (Zümer [39] 65). |
En eski siyer kitaplarından İbn İshak’ta, Allah Elçisi’nin doğumu sırasında hiçbir olağanüstülükten bahsedilmez.
En eski siyer kitaplarından İbn Hişam’da da, Allah Elçisi’nin doğumu sırasında hiçbir olağanüstülükten bahsedilmez.
Yazıda da görüldüğü gibi, mümkün mertebe yorumlardan kaçınılmış, sakıncalı olan hususlar hep Kur’an ayetleriyle dile getirilmiştir. Allah’ın kitabı dururken bizim zaten söz söyleme hakkımız yoktur. Biz elbette kimsenin niyetini bilemeyiz. Yaptığınız tek şey, yazılı bir eser üzerinden tahlillerde bulunup, Kur’an’a göre sakıncalı olan yerlere dikkat çekmekti. Şirk tehlikesi olan ifadeleri dile getirmek, onları kabullenmek, Kur’an’a göre çok da masum davranışlar olmasa gerek. Elbette kimin müşrik, kimin Mü’min olduğunu yalnızca Yüce Allah bilir. Ama Mü’minlerin sorumlu oldukları kitap, Kur’an olduğuna göre (Zuhruf [43] 44), ondaki ilke ve hususlara da son derece dikkatli bir şekilde sarılmak gerekir.
Elbette Muhammed’i (as) sevmek, imanın bir gereğidir (Ahzab [33] 6). O, tüm Mü’minlerin “üsve-i hasene“sidir. Fakat Hristiyanların İsa Nebi’yi aşırı sevmeleri sonucu ilahlaştırma tehlikesi, elbette Muhammed (as) için de söz konusudur. Zaten ne hikmetse İslam dünyasında, en büyük günah olan şirk (Nisa [4] 48, 116) neredeyse hiç gündeme bile getirilmez. Herkes kendisini bu büyük günahı işlemekten adeta muaf görür. Tevhid’in simgesi sayılan İbrahim Nebi, son nebi olan Allah Rasulü bile şirk konusunda uyarılmışken (Hac [22] 26; Zümer [39] 65) biz şirk ve şirk tehlikesine düşmemek konusunda acaba nasıl bu kadar emin olabiliyoruz? Tehlikeli ifadeleri ister yalın, ister mecaz olarak dile getirmenin, şirk günahını hafife almaktan başka bir izahı yoktur!
Rasulullah’ı en güzel anlatan eser, getirdiği Kur’an’dır. Kur’an’da Allah Elçisi yüzlerce ayette anlatılmış, Mü’minlere hangi yönleriyle “üsve-i hasene” oldukları belirtilmiştir. Peki o zaman neden bazıları, ne Kur’an’da, ne de klasik kaynaklarda yer almayan uydurma “harikulade” ifadelere bu kadar değer veriyorlar? Yoksa onlara Kur’an yetmiyor mu? (Ankebut [29] 51).
Rasulullah’ın vefatından yedi yüz küsur yıl sonra yazılan ve altı yüz yıldır, özellikle de mevlit kandillerinde okunan Mevlid-i Şerif ne normal ve ne de masum bir şiirdir. Ne acıdır ki Mevlid, yalnız Allah’ın yüceltilmesi gereken mabetlere ibadet amacıyla sokulmuştur. İbadet coşkusuna örnek olarak; Mevlid isimli şiiri okurken bir yerde (Geldi bir akkuş kanâdiyle revan / Arkamı sıvadı kuvvetle heman) ayağa kalkılır, kıbleye dönülür, eller aynen namazdaki gibi bağlanır ve mevlidin bir kısmı bu hal üzere okunur. Güya bunlara göre peygamberimizin adının anıldığı yere ruhaniyeti hemen geliverir. Bu kimseler bilmezler ki, Peygamberimiz sağlığında bile kendisi için ayağa kalkılmasından hoşlanmazdı. Bu şiir diğer kandil gecelerinde camilerde araya birkaç ayet, salavat sıkıştırarak okunur.
Süleyman Çelebi’nin, Muhammed (as) hakkında söylediklerinin çoğunun Kur’an’dan hiçbir dayanağı yoktur. Hatta şiirinde işledikleri bazı konular ne siyer ne de hadis kitaplarında yer almaz. Bu şiirde anlatılanlar salt abartı değil, yalandır ve büyük çoğunluğu uydurmadır. Allah’ın Elçisi’ni yarı tanrı konumuna çıkaran ve bir sürü yalan-yanlış bilgi içeren bu şiir çocukların doğumunun şerefine, erkeklerin sünnet olmalarında, evlenmelerde, askere göndermelerde, hac dönüşlerinde okutulmaktadır. Oysaki bu yalan-yanlış bilgilerle dolu şiiri abartılı bir makamla okumanın mesela çocuğun sünnet olmasıyla ya da gençlerin evlenip yuva kurmasıyla ne alakası vardır?
Yine birçok aile mevlidi ölüleri için sevap, hatta mutlaka yapılması gerekli dinî vecîbe gibi düşünmektedir. Kur’an’ın ibadet anlayışında böyle şiir okuyarak sevap kazanılacak bir ibadetten bahsedilmez. İslam Dini tamamlanmıştır, artırma da eksiltme de yapılamaz (Enam [6] 115; Maide [5] 3). Rasulün ve ashabın hayatında mevlid diye bir uygulama kesinlikle mevcut değildi. Rasulullah anne-babası, eşi için mevlit okutmadı. Bir şiir ölülere rahmet ve cennete ulaşma vesilesi gibi kabul edildiğinden, Kur’an’dan öne çıkarıldığından, dinin temel ilkeleri açısından çok sakıncalıdır.
Dolayısıyla Mevlid-i Şerif bugünkü şekliyle yer yer İslam’ın en büyük günahı sayılan (Nisa [4] 48, 116) şirk tehlikesini içermekte, büyük bir bidat (dine katılan yenilikler) ve hurafe kaynağıdır. Kur’an’a göre sakıncalı hususlar Mevlid-i Şerif’in tümü için geçerli olmasa da, söz konusu tehlikeler birçok yer için geçerlidir.
Faydalanılan Kaynaklar:
Ahmed Kalkan, “Camilerde Bir Büyük Bid’at: Mevlid.”
Ahmet Özel, “Mevlid,” Diyanet İslam Ansiklopedisi, XXIX, 484-485.
“Mevlid Manzumesine Eleştirel Yaklaşım,” erdemyolu.com
Süleyman Ateş, “Mevlitteki Abartılar,” Vatan Gzt., 23.01.2011
Süleyman Çelebi, Mevlid Vesiletü’n-Necat (Kurtuluşa Giden Yol), haz. İskender Pala, Kapı yay., İstanbul Ağustos 2009.
3 Comments
Doğum, doğum zamanı, doğum yeri. Arapça “ve-le-de” kökünden türetilmiş olup Rasulullah (s.a.s)’in doğumuna, bununla ilgili yapılan merasimlere, yazılan eserlere ve Rasulullah (s.a.s)’ın doğduğu eve de “mevlid” denilmektedir. Halk arasında yanlış olarak “mevlud” ve “mevlüt” şeklinde de kullanılmaktadır.
Rasulullah (s.a.s.), Fil yılında, Rebi’ülevvel ayının on ikinci pazartesi gecesi dünyaya gelmiştir (İbn Sa’d,et-Tabakatul-Kübrâ, Beyrut, t.y. I, 100-101). Bu, miladî takvime göre, 571 yılının Nisan ayının yirmisi olarak hesaplanmıştır. Onun doğduğu ev, Beytullah’ın doğusundaki Safa tepesinin yanında Mevlid sokağı diye adlandırılan yerdedir.
Rasulullah (s.a.s.), doğduğu gece, bir takım mucizevî olaylar zuhur etmiş; Kisranın sarayındaki burçlar çatlamış, bin yıldan beri yanmakta olan ateşgedelerindeki ateş sönmüştü. Ayrıca, doğumu anında orada bulunan kadınlar da bir takım harikuladeliklere şahid olmuşlardı.İslâm dünyasında mevlid merasimi ilk defa, Mısır’da hüküm süren Fatımîler (910-1171) tarafından tertiplenmiştir. Bu merasimler saraya ait olup, sadece devlet erkanı arasında cereyan etmekte idi. Fatimîler, Hz. Ali (r.a.) ve Fatıma (r.anha.)’ın doğum günlerinde de mevlid merasimleri tertip ederlerdi.
Sünnî müslümanlarda ilk mevlid merasimi, Hicri 604 yılında, Selahaddin Eyyubî’nin eniştesi ve Erbil atabeği Melik Muzafferuddun Gökbörü tarafından tertiplenmiştir. Uzun hazırlıklarla düzenlenen merasimler, bütün halkı kapsayan bir şekilde düzenlenirdi. Muzafferuddin, çevre bölgelerden fakıh, sûfi, vaiz ve diğer alimleri Erbil’e çağırır ve kutlamalar gayet debdebeli bir şekilde cereyan ederdi.
Daha sonra, değişikliğe uğrayarak, Mekke’de de mevlid merasimleri tertiplenmeye başlanmıştır (bk. Asım Köksal, İslam Tarihi (Mekke Devri), İstanbul 1981, 50 vd.).
Mekke ve Medine’den sonra mevlid merasimleri, İslam coğrafyasının her tarafında birbirinden farklı şekillerde tertiplenmeye başlanmış ve bu, bugüne kadar sürekliliğini korumuştur.Osmanlılar tarafından mevlid, ilk defa III. Murat zamanında, 1588’de resmi hale getirildi. Merasimler, belirlenmiş teşrifât kaidelerine uygun olarak sarayda tertiplenir, ayrıca, önceleri Ayasofya Camii’nde, sonraları ise Sultan Ahmed Camii’nde yapılan merasimlere, devlet erkanıyla birlikte halk da katılırdı.
Bu merasimlerde, önce müezzin tarafından Kur’an-ı Kerîm okunur, bunun peşinden de vaazlar verilirdi. Daha sonra mevlidhân kürsüye çıkar ve bir bölüm okuduktan sonra iner hediyesini alır ve ikinci mevlidhan kürsüye çıkarak, okumaya devam eder ve belirlenmiş kaideler çerçevesinde mevlid kutlamaları son bulurdu. Bu resmi kutlamalar daha sonraları laiklik ilkesine rağmen Diyanet aracılığı ile Radyo ve TV’lerde aynen sürdürülmüştür.
Rasulullah (s.a.s.)’ın doğumunu ve hayatını medh ve senâ eden, “Mevlid” adını taşıyan çok eser kaleme alınmıştır. Bu eserler daha sonra, mevlid merasimlerinde, mevlidhanlar tarafından teğannî ile okunmaya başlanmıştır. Bunların Türkçede en meşhur olanı Süleyman Çelebi’nin Vesiletun-Necât adındaki mevlididir. Ancak, Süleyman Çelebi hakkında kaynaklarda pek fazla bir bilgi yoktur. Onun, Yıldırım Beyazıt zamanında Divan-ı Hümayûn Hocası olduğu, sonra da Bursa Ulu Camii’ne imam tayin edildiği bilinmektedir.Alimler, mevlid okumak ve merasimler düzenlemek hakkında, ihtilaf etmişlerdir. Bazı alimler, buna şiddetle karşı çıkarken, bazıları da, İslamî ölçülerin dışına çıkılmaması kaydıyla itiraz da bulunmamışlardır. Okunmasına cevaz verenler, inananların kalplerindeki Rasulullah (s.a.s.) sevgisini canlı tutması ve ona olan muhabbeti artırmasındaki maslahatı gözetmişlerdir. Zira Rasullulah (s.a.s.)’ı sevmek, imanın temel kıstaslarından biridir. Rasulullah (s.a.s.)’ın şu hadisi şerifi bunun en açık delilidir: “Sonsuz kudret sahibi olan Allah’a yemin ederim ki, sizden hiçbiriniz beni babasından, evladından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe, iman etmiş sayılmaz” (Buhari, İman 8). Bugünkü İslâm ülkelerinde çeşitli dillerde okunan mevlidler vardır. Arapça Bâned Sûad, Bürde ve Hemziyye kasideleri birer mevliddir. Türkçede ise yirmiden fazla mevlid manzumeleri yazılmıştır. Fakat bunların içinde en çok tutulan ve okunan, Süleyman Çelebi’nin 1409 yılında yazdığı Vesüetü’n-Necat isimli mevlid kitabıdır.
Bilindiği gibi, mevlid manzumeleri Peygamber Efendimizin (a.s.m.) doğum gecesini ve ânını tasvir etmekte, insanlığa örnek olan yüce ahlâkını ve vasıflarını dile getirmekte, ayrıca “Miraciye” manzumeleri de Miraç mucizesini anlatmaktadır. Mevlid, Peygamberimizden üç-dört asır sonra icad edilen İslâmî bir âdet olmakla birlikte bid’atın “hasene” (güzel) kısmına girmektedir. Muhaddis ve fakih İbni Hacer Hazretleri, mevlid merasiminin meşruiyeti hakkında şu hadis-i şerifi zikretmektedir.
İbni Abbas’ın rivayetine göre, Peygamberimiz (a.s.m.) Medine’ye hicret ettiklerinde Aşure günü Yahudilerin oruç tuttuklarını öğrenir. Oruç tutmalarının sebebini sorduğunda Yahudiler şöyle cevap verirler:
“Bu çok büyük bir gündür. Bugünde, Allah, Musa ile kavmini kurtardı da Firavun ile kavmini (suda) gark etti. Musa da buna şükür için oruç tuttu. İşte biz de bugünün orucunu tutuyoruz.”
Bunun üzerine Peygamberimiz (a.s.m.), “Öyleyse biz Musa’ya sizden daha yakın ve daha evlâyız” buyurdu. O günden sonra hem kendisi oruç tuttu ve tutulmasını da tavsiye etti.” (1)
İbni Hacer bundan sonra şöyle demektedir: “Bundan anlaşılıyor ki, böyle bir günde mevlid gecesinde Allah’a şükretmek tam yerindedir. Fakat Mevlid merasiminin Peygamberimizin doğum gecesine denk gelmesi için dikkat etmek gerekir.”(2) Bununla birlikte bazı İslâm âlimleri mevlid merasimi tertip etmeye karşı çıkmış, mânâsız bir iş olduğu görüşüne varmışlardır. Devrimizin büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Hazretleri, mevlidi ve okunmasını hoş karşılamakta, Müslümanlar arasında yaygın olan bu âdetin devamını arzu etmektedir.
Mevlid yazarının, bahsettiğiniz tarzda Allah’a şirk koşmak gibi bir niyetinin olmadığı açıktır… Mecazi anlamları zorlama yakıştırmalarla hedefinden saptırıp, aksi biçimde değerlendirmek insaf sınırlarını aşmaktadır… Mevlidi okuyan ve anlayan, çoğunluk böyledir, burada anlatılmak istenenin Peygamberimizin doğum günündeki harikuladelikleri birçok edebi sanatı da kullanarak tasvir etmekten ibarettir… Bunun aksini iddia edip, yazarın ve törenlere katılanların şirk işledikleri iddiası da iftiradır… Çünkü o törenlerde, bir kısım, cahil insanlar farkına varmasa da Resulullahı en güzel şekilde anarak, hatırlamak niyetinde insanlar vardır… Bu insanlar mevlid bir ibadet olarak görmemekte ve, bu gecenin hatırına fazladan ibadetler yapmaktadırlar… Yapılan bu nafile ibadetlerin de, Allah’ ımızın namaz kıl, beni an emirlerine uygunluğu kesindir… Art niyetli yaklaşımların egemen olduğu bu karşıt görüşün, konuyu daha iyi irdelemesi ve, mevlidin yazılış niyetine vakıf olmaları şarttır… Yoksa, yanlış iddialarla iftira atmış olabilirler… Yukarıda yazılan ifadelerin hepsine cevap vermek uzun olacağından genel olarak bu uyarı yeterlidir…
Ramazan Bey, öncelikle yorumunuz için teşekkür ederiz. Fakat, dile getirdiğiniz hususlara katılmadığımızı en baştan belirtiriz.
Elbette Muhammed’i (a.s.) sevmek, imanın bir gereğidir (Ahzab [33] 6). O, tüm Mü’minlerin “üsve-i hasene”sidir. Fakat Hıristiyanların İsa Nebi’yi aşırı sevmeleri sonucu ilahlaştırma tehlikesi, elbette Muhammed (a.s.) için de söz konusudur. Zaten ne hikmetse İslam dünyasında, en büyük günah olan şirk (Nisa [4] 48, 116) neredeyse hiç gündeme bile getirilmez. Herkes kendisini bu büyük günahı işlemekten adeta muaf görür. Tevhid’in simgesi sayılan İbrahim Nebi, son nebi olan Allah Rasulü bile şirk konusunda uyarılmışken (Hac [22] 26; Zümer [39] 65) biz şirk ve şirk tehlikesine düşmemek konusunda acaba nasıl bu kadar emin olabiliyoruz? Tehlikeli ifadeleri ister yalın, ister mecaz olarak dile getirmenin, şirk günahını hafife almaktan başka bir izahı yoktur!
Rasulullah’ı en güzel anlatan eser, getirdiği Kur’an’dır. Kur’an’da Allah Elçisi yüzlerce ayette anlatılmış, Mü’minlere hangi yönleriyle “üsve-i hasene” oldukları belirtilmiştir. Peki o zaman neden bazıları, ne Kur’an’da, ne de klasik kaynaklarda yer almayan uydurma “harikulade” ifadelere bu kadar değer veriyorlar? Yoksa onlara Kur’an yetmiyor mu? (Ankebut [29] 51).
Biz elbette kimsenin niyetini bilemeyiz. Yaptığınız tek şey, yazılı bir eser üzerinden tahlillerde bulunup, Kur’an’a göre sakıncalı olan yerlere dikkat çekmekti. Şirk tehlikesi olan ifadeleri dile getirmek, onları kabullenmek, Kur’an’a göre çok da masum davranışlar olmasa gerek. Elbette kimin müşrik, kimin Mü’min olduğunu yalnızca Yüce Allah bilir. Ama Mü’minlerin sorumlu oldukları kitap, Kur’an olduğuna göre (Zuhruf [43] 44), ondaki ilke ve hususlara da son derece dikkatli bir şekilde sarılmak gerekir.
Yazıda da görüldüğü gibi, mümkün mertebe yorumlardan kaçınılmış, sakıncalı olan hususlar hep Kur’an ayetleriyle dile getirilmiştir. Allah’ın kitabı dururken bizim zaten söz söyleme hakkımız yoktur. İlgili ayetleri zikretmemizin, ileri sürdüğünüz gibi “yanlış iddialarla iftira atma”nın alakası yoktur.
Size son olarak, niyetin tek başına yetmediğini hatırlatmak istiyoruz:
“Bilin ki Allah’ın dini, katkısız dindir. Allah ile aralarına veliler koyup onlara sarılanlar derler ki: Onlara sırf bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz. Şüphesiz ki Allah, aralarında tartışıp durdukları her konudaki hükmünü verecektir. Allah, yalancı ve nankör (kâfir) olan birini yola getirmez.” (Zümer [39] 3).
Görüldüğü gibi Mekke müşrikleri kendi elleri ile yaptıkları putlara Allah’a daha çok yaklaşmak amacıyla kulluk ettiklerini ileri sürmüşlerdir. Her ne kadar görüntüde makbul ve masum bir amaç içerisinde olsalar dahi Yüce Allah onların niyet ve amaçlarına değil; yaptıklarına bakmış ve hükmünü ona göre vermiştir. Bu açıdan, niyetinizin iyi olması yeterli değildir. Davranışlarınızın da Kur’an’a uyması zorunludur. Aksi takdirde, Allah korusun, kaybedenlerden olabiliriz…
Mecnun Sait’e Büyük İslam alimi diyen kişiye (kişilere) birşeyler anlatabilmek güçtür çünkü Mecnun sait’in esrlerinde’de Süleyman Çelebinin akıllara zarar (mevlüt) şiiri gibi şirk içeren onca paragraf vardır ama peşindeki sürüye bunları anlatabilmek çok zor, Selam tevhid ehline.